Balçova’da sabahın sessizliğini pompalı tüfek sesi böldü. Sirenler çaldı, mahalleli korkuyla pencerelere koştu. O kurşunlar sadece iki polisimizin canını almadı; güvenlik duygumuzu da vurdu. Şehitlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine sabır diliyorum. Bu yazı bir taziye metni değil; bir daha aynı sabaha uyanmamak için kaleme alındı.
Fail 16 yaşındaydı. “Çocuktu” demiyorum. Çünkü bu olay kavga değil, sonuçları öngörülen bir silahlı saldırıydı. Hukuk 15–18 yaş arasındaki bireyleri “ayırt etme gücüne sahip fail” kabul eder; yani ne yaptığını ve sonucunu bilir, ceza sorumluluğu vardır; yalnız yaş küçüklüğünden indirim uygulanır. Bu, eylemin ağırlığını hafifletmez; yalnızca yargılamanın usulünü belirler. Sosyolojik açıdan baktığımızda bu yaş grubu, kimlik inşasının en gerilimli evresidir; genç sınır dener, risk alır, otoriteyle çatışır. Toplumun vaat ettiği hedeflere ulaşamayan ergen, meşru kanallar kilitlendiğinde alternatif yolları dener; kimi çalışır, kimi öfkelenir, kimi şiddete sapar. Nörobilim de tabloyu destekler: Beyinde dürtü kontrolünü sağlayan prefrontal korteks 25 yaşına kadar tam gelişmez. 16 yaşındaki bir gencin öfkesini yönetmesi, bir yetişkine kıyasla daha zordur. Bu bilgi mazeret değil, uyarıdır. Çünkü yalnız bırakılan genç, saldırgan davranışı kimliğinin bir parçası hâline getirebilir. Birkaç kavgaya karışan genç zamanla “kavgacı” değil “suçlu” olarak anılır. Bu nedenle sadece polisiye değil sosyal, psikolojik ve kültürel düzeyde uygulanması gereken erken müdahale çok önemlidir. Gencin davranışı kalıcı kimliğe dönüşmeden önce, aile, okul ve toplum ona başka bir yol göstermek zorundadır. Aksi hâlde çocukları geri kazanmak neredeyse imkânsız hâle gelir. Medya bu noktada ciddi bir rol oynar. Olaydan sonra atılan “suça itilen çocuk” manşetleri bir yandan empati yaratırken diğer yandan da failin sorumluluğunu bulanıklaştırır. Faili anlamak başka şeydir, eylemini mazur göstermek bambaşka; failin hikâyesini anlamak onu mazur göstermek demek değildir. Aksine: failin hikayesini anlamak, başka gençleri kaybetmemek içindir. TÜİK’e göre 2024’te güvenlik birimlerine getirilen çocuk sayısı 612.651. Suç işleyenler bir yılda %13,3 artmış. En çok işlenen suç yaralama (%40), hırsızlık (%16) ve uyuşturucu (%8). Çocukların %70’i 15–17 yaş grubunda. Genç işsizlik %17’nin üzerinde, çocukların üçte biri et veya tavuk yiyemiyor, beşte biri evinde ders çalışacak bir masa bulamıyor. Bunlar yalnızca rakam değil: ülkemizin mutfaklarında, odalarında, okul bahçelerinde yaşanan gerilimlerin haritası. Bu haritanın ilk durağı ailedir. Çocuğun ilk öğretmeni annesi babasıdır. Ama ekonomik baskılar, uzun mesailer, aile içi kavgalar bu bağı zayıflatır. Evde uyarı tehdide dönüştüğünde, çocuk devleti güvenlik değil, cezalandırıcı güç olarak algılar. Birçok çocuk karakol kelimesini ilk kez “bak polis çağırırım” cümlesinde duyar. Çocuk, kapısını hızla kapatır; devlet, zihninde güven figüründen cezalandırıcıya döner. Bu dilin sonuçlarını hafife almayalım. Çocuğa, “Sorun çıktığında polise gidilir; polis çözüm ortağıdır” cümlesini duyurmak hem devletle kurduğu bağı düzeltir hem de güven duygusunu onarır. Evin dili, çocuğu kamusal güvene yaklaştırır ya da ondan uzaklaştırır. O yüzden çocuklarınızı polisle korkutmayın; devleti düşman değil sığınak olarak anlatın. Anne–baba ehliyetinin önemini özellikle vurgulamak istiyorum. Ehliyet derken bir belgeyi değil, sorumluluk kapasitesini kastediyorum. Sosyal psikolojiye göre çocuk, en yakındaki yetişkini model alır; evde bağıran öfke, sokakta bağıran öfkeyi üretir. Bazı aileler yasa dışı kazancı “evin rızkı” diye meşrulaştırır, paranın nereden geldiğini sorgulamaz; bazıları da hapse giden oğlunu “askere uğurlar” gibi, neşe ve gururla uğurlar. Bu, normların tersine çevrilmesidir: suç evin içinde değer gibi anlatılır. Burada kasıt–ihmal ayrımı şarttır. Çocuğa silah temin eden, onu bile isteye suç işine katan ebeveyn azmettirme/yardım kapsamında ağır yaptırımla karşılaşmalıdır (hapis, malvarlığına el koyma, ruhsat iptali). Ağır ihmal varsa (kilitsiz silah, sürekli devamsızlığı yok sayma, uyarıları görmezden gelme) yüksek idari ceza + zorunlu ebeveynlik programı ve denetim uygulanmalı; ısrarlı uyumsuzlukta adlî süreç devreye girmelidir. Yoksulluk kaynaklı kapasite eksikliğinde ise önce destek (danışmanlık, gelir/beceri programı), reddin sürmesi halinde kademeli yaptırım esastır. Amaç, aileyi düşmanlaştırmak değil; ebeveyni sorumluluğa döndürmek, çocuğu suçtan geri çekmektir.
Riskli mahallelerde, boşanma, şiddet, işsizlik gibi baskılar altındaki ailelere ücretsiz ve düzenli ebeveynlik programları sunulmalı; aileye “sınır koyma”, “öfke yönetimi”, “dijital denetim”, “kriz anında başvuru yolları” öğretilmelidir. Destek alan aileler yalnız bırakılmamalı, sosyal hizmet birimleri düzenli takip etmelidir. Böylece sosyal psikolojinin “normatif etki” dediği şey burada devreye girer: mahallede doğru ebeveynlik yaygınlaştıkça, yanlış davranış “ayıp” hâle gelir; toplumsal norm tekrar yerine oturur. Bir sonraki evre kültürü gözden geçirmektir. Yalnız kalan çocuk kimliğini dijitalde bulur. TikTok’ta silah gösterileri, Instagram’da meydan okumalar, YouTube’da çeteleşmeyi öven içerikler… Prime-time dizilerinde mafya karakteri kahraman oluyor, şiddet adaletin yerine geçiyor. Rap şarkılarında sokak şiddeti bir “gurur nişanı” gibi anlatılıyor. Bu içerikler birer “rol model” işlevi görüyor. Algoritmalar, en çok etkileşim alanı en yukarı taşır; yani şiddet izleniyorsa, daha çok gösterilir. Genç önce izler; sonra taklit eder ve dener. Böylece şiddet bir iletişim biçimine dönüşür. Bu cezbeden hal sadece ekrandan gelmez; evde suçtan gelen paranın “helâl” gibi anlatılması da aynı teşviki üretir. Kültür ile ev içi anlatı birleştiğinde, genç hızlı saygı edinme yolunu suçta bulur. Bu yüzden ekranın dilini değiştirirken, evin dilini de değiştirmek zorunluluktur. Kültürün yönünü değiştirmeden suçu önlemek çok zordur. Okul, bu zinciri kırabileceğimiz en önemli yer. Türkiye’de yaklaşık 60 bin rehber öğretmen var ama her birine 500–600 öğrenci düşüyor. Yani öğrenci başına yılda ancak birkaç saatlik rehberlik... Üstelik danışmanlar idari evrak ve sınav organizasyonuyla boğuluyor; çocukla planlı görüşmeye zaman kalmıyor. Klasik bir güncel vaka: aynı öğrenci üç kez kavga nedeniyle disipline sevk ediliyor; ama okul-veli-sosyal hizmet hattında veriler birleşmediği için risk profili çıkarılamıyor; çocuk “olay” olarak kalıyor, “vaka” olamıyor. Çözüm sadece sayı artırmak değil, aklı artırmaktır: okullarda gerçek zamanlı erken uyarı sistemi kurulmalı; devamsızlıkta artış, davranışta ani değişim, zorbalık şikâyeti, özkıyım iması gibi göstergeler tek panelde görünür olmalı; PDR, sınıf öğretmeni, okul idaresi ve yerel sosyal hizmet aynı gün birlikte devreye girmelidir. Aile hekimliğiyle veri köprüsü kurulmalı; kriz durumunda okul-Polis-Çocuk Şube hattı tek tuşla koordine olmalıdır. Kısacası, “olay” yönetiminden “vaka” yönetimine geçilmelidir. Bu geçişe zorunlu ebeveynlik programları eşlik etmelidir. Her riskli öğrenciye bir vaka sorumlusu atanmalı; aylık ev ziyareti ve ebeveyn oturumları standart olmalı; plana uymayan ebeveyne kademeli yaptırım (para cezası, toplum hizmeti, tekrarda adlî süreç) uygulanmalıdır. Uyan aileye destek (ulaşım/kreş/rehberlik) verilerek davranış değişikliği ödüllendirilmelidir. Dünyada bu konuda pek çok örnek var. İskoçya’da 2005’te kurulan Şiddeti Azaltma Birimi, (VRU), şiddeti bir halk sağlığı sorunu olarak ele aldı; polisle omuz omuza çalışan sosyal hizmet ekipleri riskli mahallelere girdi, gençlere mentorlar atandı, okullarda ilişkisel şiddet eğitimi verildi. Ülke genelinde cinayet oranında belirgin düşüş sağlandı; resmi raporlar, yıllar içinde İskoçya genelinde %35–52 arasında değişen ölçeklerde azalmayı kayda geçti, Glasgow’da etkisi daha da görünür oldu. Model, erken müdahale, bire bir temas, yerel ağ formülüyle çalıştı. İzlanda 1998’de ebeveyn-çocuk sözleşmesi uygulamasını başlattı; gençlere ücretsiz spor ve sanat etkinlikleri sundu, ebeveynlerin çocuklarıyla geçirdiği saatleri yasal güvenceye aldı. Madde kullanımı %40 azaldı. ABD’de Chicago merkezli geliştirilen Şiddet Arabuluculuğu Modeli, şiddeti salgın gibi ele aldı; mahalle arabulucuları çatışmayı büyümeden durdurdu ve uygulanan bölgelerde cinayet ile silahlı saldırılarda belirgin düşüş sağladı. Model hala uygulanmakta. Almanya’da da benzer şekilde okulların büyük bölümünde ‘okul sosyal hizmet uzmanı’ görev yapar; öğrenciyle ve ailesiyle çalışır, sorun büyümeden müdahale eder. Türkiye’de de okul sosyal hizmeti birimi kurulmalı; her riskli öğrenciye bir ‘vaka sorumlusu’ atanmalı; rehberlik servisi, sosyal hizmet ve aile hekimliği aynı gün birlikte harekete geçebilmelidir. Bu örneklerin ortak paydası basittir ve etkilidir: birlikte hareket, veriye dayanma, mahallede çalışma ve erken müdahale. Türkiye’de bu çerçevenin dördüncü ayağı ebeveyn sorumluluğu olmalıdır. MEB okullarda erken uyarı ağı kurarken, Aile ve Sosyal Hizmetler riskli mahallelerde ebeveynlik ehliyeti programlarını zorunlu/teşvikli yürütmeli; İçişleri güvenli silah saklamayı fiilen denetlemeli, belediyeler gençlik merkezlerini cazibe odağı yapmalıdır. Kasıt–ihmal ayrımı, adalet duygusunu korurken caydırıcılığı sağlar.
Çok tarafın omuz verdiği, veriye dayalı, mahallede yürüyen ve erken başlayan programlar, şiddeti ‘özendirici’ olmaktan çıkarmaktadır. Türkiye için çerçeve net: Millî Eğitim, okullarda erken uyarı ağını kurmalı; Psikolojik Danışma ve Rehberlik biriminin gerçek işi olan danışmanlığı idari işten ayırmalı; her riskli öğrenciye bir vaka sorumlusu atanmalı. Aile ve Sosyal Hizmetler, riskli mahallelerde ebeveynlik ehliyeti programlarını yaygınlaştırmalı; ayrılık ve şiddet sonrası yalnız kalan genç için düzenli görüşme takvimini zorunlu kılmalı. İçişleri, ruhsatlı silahlarda güvenli saklama koşullarını sahiden denetlemeli; tetik kilidi ve çelik dolap gibi tedbirleri fiilen zorunlu hâle getirmeli. Belediyeler, her mahallede gençlik merkezlerini cazibe odağına çevirmeli; spor, müzik, tasarım atölyeleriyle beceriyi ve emeği görünür kılmalı. RTÜK ve dijital platformlar, şiddeti ödüllendiren içerikler için şeffaf raporlama ve görünürlük frenleri uygulamalı; algoritmalarla “yükselen şiddet trendi” otomatik olarak aşağı çekilmelidir. Emek piyasası da bu denklemin içinde: genç işsizliği düşmeden “suça iten basınç” zayıflamaz; meşru başarı rotası görünür kılınmazsa, “hızlı saygı” vaat eden yeraltı kültürü çekici kalır. Elbette bu mesele yalnızca devletin meselesi değildir; mahallenin, sınıfın, apartman boşluğunun da meselesidir. Aileler: kapıyı çalın, içeri girin, gerçekten dinleyin; öğüt vermek dinlemek değildir. Paranın kaynağını sorun; yasa dışı geliri “rızık” diye kutsamayın. Çocuğunuz bir hatanın eşiğindeyse “duyulmak” onu çoğu kez yoldan çevirmektir. Öğretmenler: nottan önce yüzü okuyun; ani sessizlikler, patlayan öfkeler, bir anda değişen arkadaş çevresi “başka bir şey” anlatır. Komşular: duvara vuran kavgayı, gece yarısı koridordaki itişmeyi duyduğunuzda yalnızca “rahatsız oldum” demeyin; sosyal hizmet hattını aramak, bir genci kaybolmaktan alıkoyabilir. Medya tüketicileri: şiddeti romantize eden içeriğe tıklamayın; izlenmeyen şey, algoritmanın tepesine çıkamaz. Kahramanlık tanımını birlikte geri alalım: kavgayı değil, krizi erken bildirmeyi; hesap sormayı değil, yardım çağırmayı; “sert olmayı” değil, sorumlu olmayı yüceltelim. Buraya kadar yazdıklarım fail için mazeret üretmek değil; aynı yolu yürümek üzere bekleyen çocuklar için bariyer örmektir. Gecikmiş adalet tek başına yetmiyor; erken önleme olmadan adliye koridorları dolup taşıyor. Genç işsizliği yüksek; okulda rehberlik kapısına yüzlerce öğrenci düşüyor, kültür endüstrisi “hızlı saygı” üretiyor. Bu unsurların her biri tek başına bir genci fail yapmaz; ama üçü birden: evde yalnızlık, okulda görünmezlik, ekranda özendirilen şiddet bir araya geldiğinde kimlik boşluğunu hızla doldurur. Oysa boşluğu anlamlı uğraşla, görünür yetişkinlerle, güvenilir kurumlarla biz doldurabiliriz. Faili büyüten boşluk, bizim susuşumuzdur.
Yorumlar
Kalan Karakter: