Bu ülkede yoksulluk bir yetişkinlik sorunu değil; bebeklikte başlayan bir kader çizgisi. Bu cümleyi duygusal bir genelleme olarak söylemiyorum.
Veriler, Türkiye’de yoksulluğun çocukların üzerine, daha konuşamadan çöktüğünü net bir şekilde gösteriyor.
Derya BERRAK
Yoksulluk dediğimiz şey, sadece gelirin azlığı değil; bezin, mamanın, ilacın, ısınmanın, uykunun, hatta mahalle kokusunun çocuğa bıraktığı izdir. Temel ihtiyaçların karşılanmadığı evde, bebek daha ilk aylardan itibaren gelişimsel kayıplar yaşamaya başlar. Bu kayıp, eğitim hayatında büyür; gençlik döneminde işsizlik riskine dönüşür, yetişkinlikte ise yeniden çocuğa döner. Yoksulluk bizde düz bir çizgi gibi ilerlemiyor; tam bir kapalı daire. Çocuk → genç → kadın → tekrar çocuk…Bu döngüye “kümülatif dezavantaj” diyoruz. Yani dezavantaj zamanla büyüyor, derinleşiyor ve bir sonraki nesle aktarılıyor. Gitmek bilmeyen misafirdir yoksulluk evin kapısından bir kere girdiyse, dışarı çıkmayı unutur. Çocuğun kaderinden eksiltir. Gençliğin umudunu, kadının zamanını, ailenin nefesini kemirir. Sanki görünmez bir el, hayatın en başına “eksi” koyar da herkes o eksiyi tamamlamaya çalışırken yıpranır. Yoksulluk evin kapısından misafir olarak girer ve evin sahibi olur. Bebek anne karnından çıkmadan hesaplar başlar; doğduğu gün eşitsizlik ninnisi kulağına fısıldanır. Genç olunca “şanssızlık” deriz, kadın olunca “kaderi bu” deriz, çocuk olunca “büyüyünce anlar” deriz… deriz de deriz; kimse o döngünün aslında hep aynı evlerin etrafında döndüğünü söylemez. Ama gerçek şu: bazı çocuklar kaderlerini doğdukları mahalleye borçludur. Bazı gençler hayata geç kalmaz; hayat onlara hiç kapı açmaz. Bazı kadınlar zamanlarını kendilerine değil, yaşamın yüküne harcadıklarını fark etmeden ölüp giderler. Üstelik bütün bunlar teker teker değil, birbirini besleyerek olur. Yoksulluk bir yerden başlamaz, bir yerde bitmez; çember gibi döner, döner, yine en zayıf olanın omzuna çöker. Akademik dünyada buna kümülatif dezavantaj diyoruz; aslında daha basit bir karşılığı var: Bir kere düştün mü, seni ayağa kaldıracak kimse yoksa, o çukur kuyuya döner.
Yoksulluk, insanın tenine daha doğduğu gün siner. Annelerin sütüne karışır, ısınmayan odaların duvarında gözünü açar, soğuk sabahların nefesinde büyür. İnsan daha bebekken öğrenir eksikliği. Bez gecikince, mama tükenince, ateş düşmeyince… İlk ağlamada ikiye bölünür yaşam; bir yarısı hayatta kalmaya uğraşır, diğer yarısı hayata yetişmeye. Veriler uğultu gibi fısıldıyor: Ülkemizde çocuk yoksulluğu, yıllardır genel yoksulluktan daha yüksek. Bu fark, kuru bir istatistik değil. Bebek, daha ilk ihtiyacından itibaren yaşamaya geriden başlıyor demek. Yoksulluk bir sayı değil, yuvada tütmeyen sobanın dumanıdır. Kahvaltı masasındaki eksik tabaktır. Doktora gitmeyi erteleyen annenin içini sıkan o suçluluk... Çocuğun geceleri kendi kendine uydurduğu tesellidir: “Büyüyünce düzelecek…” Oysa büyümek, bizde çoğu zaman başka bir eksilmeye dönüşür.
Büyüyen çocuğun sırtına önce eğitimde bir fark biner. Eksik beslenmenin, kalabalık sınıfların, eşitsiz kaynakların gölgesi… Bu fark gençlikte büyür, gençlikte büyüyen fark gün gelir kapının önüne bırakılmış işsizliğe dönüşür. Okulda ya da işte değil de kocaman boşlukta sallanırsın. O boşluğun yükü, önce gençlerin ruhuna çöker, sonra kadınların sırtına. Analar bir kez daha evin bütün sessiz kırılganlığını toplamak zorunda kalır; genç işsizliği onların emeğini evin içine kilitler. Kadın nefes alamazsa, çocuk nasıl nefes alsın? İşte döngü böyle kapanır: Çocukta başlayan eksilme, gençte yaraya dönüşür, yetişkinlikte evin içini karartır, yeniden çocuğa döner. Toplum, geleceğini kendi elleriyle zincire vurur. Kimsenin tek başına yarattığı bir kader değil; mekânın, sınıfın, toplumsal cinsiyetin ve zamanın aynı noktada kesişerek büyüttüğü bir ağırlıktan bahsediyorum, hissediyor musun? Sessizlikten bahsediyorum; faturaların biriktirdiği ağır, ürkünç, tiksindiren sessizlikten. Marketlerde boğazımıza düğümlenen bakışlara, akşam eve dönerken cebini yoklayan babalara, anne yorgunluğunun ardında gizlenen o ince titremeye sinmişler ağır ağır... En çok da gözyaşlarına çocukların. Sahi, yoksulluk kimsenin görmediği yerlerde mi büyür hep? Bir annenin göz altlarında, babanın ayaklarını sürüyüşünde,
soba borusundan çıkan hafif dumanın bile yetmediği akşamlarda… Çocuğun okula giderken kahvaltı etmeyişinde, insanın en kuytusuna gizlenen utançlarda... Umutsuzluk içinizdeki tüm ihtimallerin yavaşça susmasından başka ne olabilir ki? Hayat, herkese aynı yerden başlamaz ve bazı çocuklar, bunu çok küçük yaşta öğrenir. Gençlik çağına gelindiğinde, bu çocuklar yoksulluğun da yoksunluğun da farkındadır. Daha az okumuş, daha az beslenmiş, daha az destek almış, daha az görülmüşlerdir. NEET diye kodlanan boşluk…İçine düşen genci ağır ağır yutan bir bekleme odası. Zaman akar, hayat ilerlemez. Okulun kapısından çıkılır, iş dünyasının kapısı açılmaz; Çocukluk geride kalmıştır, yetişkinliğin hiçbir hakkı verilmez. Gençler o aralıkta asılı işte. Sesi duyulmayan, adı konulmayan, geleceği ertelenmiş bir kuşak…
Genç işsizliği arttığında, kadınların omzuna bir ağırlık daha iner.
Çünkü genç işsizliği, annelerin eve kapanmasına, bakım yükünün artmasına, ev halkının sessiz bir çaresizliğe sürüklenmesine yol açar. Kadın nefes alamazsa, çocuk da alamaz. Bu kadar basit.
Bu kadar yakıcı. Evde umut eksilince, bütün nesillerin gölgesi uzar. Toplum, en kırılganını taşıyamadığı her an, kendi omurgasından bir parça kaybeder. Çünkü ülkelerin dik duruşu, çocuklarının yükselebilmesine bağlıdır. Çocuk yükselemiyorsa, toplum da doğrulamaz. Bazı yaralar, evlerin duvarlarına sinecek kadar eski. Boya yenilenir, perde değişir, o eski izin kokusu hep içeride kalır. İnsan bu kokuya alışınca, yarayı unutmaz sadece başka bir ad verip yaşamaya devam eder. Belki de en ağır olan, insanların bu eksik başlangıcı artık doğal saymaya başlaması; toplum, bir çocuğun kaderindeki yarayı fark etmeyi bıraktığında, önce vicdanı körelir, sonra ufku. Yoksulluğa alışmak, toplumu içeriden çürüten en tehlikeli şey. Öfkenin azalması. Umut ışığının kısılması. İnsanların hayal kurmaktan vazgeçmesi. Türkiye’nin en çok ihtiyacı olan şey, bu bakışı değiştirmek. Yoksulluğu hane geliri olarak değil; yaşam döngüsü, kader mekanizması olarak görmek. Döngüyü fark edersek, kırabiliriz. Kırarsak, değiştirebiliriz. Ve değiştirirsek, yarın bugün gibi olmak zorunda değildir. Elimizdeki her veri, her gözlem, her hikâye şunu söylüyor: Bu döngü kırılabilir. Bilim bunun yollarını biliyor, toplumun iç sesi bunun özlemini duyuyor, çocuklar ise bunu çoktan hak ediyor. Yeter ki biz, bir bebeğin hayata başladığı o ilk ana bakmayı öğrenelim ve hatırlayalım: Güç içimizde!
Yorumlar
Kalan Karakter: