Hafıza, sadece geçmişi bilmek değil; geleceği kurabilmektir. Bireysel hafıza insan ömrüyle sınırlıdır, ama toplumsal hafıza kuşakları birbirine bağlayan görünmez bir zincirdir. O zincir koptuğunda millet dağılır. Sosyolojinin bize gösterdiği budur: hafıza, yalnızca olayların hatırlanması değil, bir toplumun kendini tanımladığı ve geleceğine yön verdiği ortak bilinçtir. Gençlere hafızayı yaşatamıyorsak, zaferimize de sahip çıkamıyoruz demektir. Büyük Taarruzu yalnızca askerî bir hatırlama olarak görenler, meselenin özünü kaçırıyor. Çünkü zafer, sadece düşmanı geri püskürtmek değildir; asıl zafer, o günü hafızaya kazıyıp kuşaklara taşıyabilmektir. Top sesleri bir anda susar, milleti yaşatmak ise hafızanın susmaması o ruhun taşınmasına bağlıdır. Eğer hafıza aktarılmazsa, zaferin ertesi gününden itibaren kayıp başlamış demektir. 26 Ağustos’un anlamı, tarihin canlı bir ruhu olmaktan çıkıp yalnızca kâğıt üzerinde kalır. İşin en acı tarafı kayıpların an be an; belki törende atlanan bir cümlede, gençlerin zihninde silinen bir ayrıntıda başlamasıdır...
Çocuklarımızı, tarih diye yıl ve rakam ezberine mahkûm ediyoruz. Malazgirt’in Muş ovasında açılmış bir kapı olduğunu bilmeden “1071”i, Sakarya’nın yalnızca nehir değil, direnişin adı olduğunu kavramadan “1921”i söylüyorlar. Çanakkale çoğunun gözünde ders kitabı satırından ibaret; zira o rüzgârı teninde hissetmeyen, o toprağa basmayan genç için tarih, kuru bir alıntıdır. Kendi memleketinin nehrinin adını söyleyemeyen, yaşadığı şehrin hangi medeniyetlerin izini taşıdığını çözemeyen bir eğitim düzeni kimlik değil, yalnızca bilgi kırıntısı üretir; kimliksiz bilgi köksüz ağaca benzer, ilk fırtınada devrilir. Bir lise talebesine “Malazgirt nerede?” diye sorduğunuzda çoğu zaman yanıt gelmez; gelse de ezberden bir cümle tekrarlanır. Oysa Malazgirt, Muş’un geniş ovasında Alparslan’ın beyaz elbiseyle ölümü göze alarak millete umut verdiği gündür; Sakarya, Polatlı rüzgârında “ya istiklal ya ölüm” cümlesinin ete kemiğe büründüğü sınavdır. Bu sahneler çocuklara anlamıyla aktarılmadığında, tarih kronolojiye indirgenir, hafıza aidiyetten kopar. Aidiyetini yitiren nesil ise millet olmanın sorumluluğunu taşıyamaz. Eğitim sistemimizdeki bu yüzeysellik, sadece pedagojik eksiklik değil; bir yandan da toplumsal çözülme sebebi olarak düşünülmelidir. Çünkü değerler aktarılmadığında, nesiller arasında süreklilik kopar. Çocuk, yaşadığı şehrin camisini, köprüsünü, meydanını yalnızca bina olarak algılar; arkasındaki hikâyeyi bilmediği için köksüzleşir. Tarih ezberlemek değildir; tarih bağ kurmaktır. Çocuğun yaşadığı yerle bağ kurmadığı bir ülkede, millî kimlik sadece soyutlama olur. Aidiyet ise somutluk ister: yürüdüğün sokakta, dokunduğun taşta, soluduğun havada... Çocuğun yaşadığı yerle bağ kurmadığı ülkede, millî kimlik soyut bir laftan ibaret kalır. Aidiyet somutluk ister: yürüdüğün sokakta, dokunduğun taşta, soluduğun havada. Bu bağı kurmadığınızda genç için vatan, ders kitabındaki birkaç tarih ve haritadaki bir renk cümbüşünden ibaret kalır. Oysa haritada renklerle millet olunmaz; çünkü haritayı çizen kalem başkasınınsa, gün gelir siler, yerine kendi rengini koyar. Hafızası zayıf milletin kaderi budur: rengini başkasına teslim etmek...
Sorun yalnızca okulla sınırlı değildir; bugün hafızayı şekillendiren en güçlü mecra medyadır. Gençler artık tarihle çoğu kez kitaplarda değil, ekranlarda karşılaşıyor. Fakat ekranın sunduğu tarih, derinlik kazandırmak yerine çoğu kez yüzeyselleştiriyor; bilgiyi parçalara ayırıp tüketilebilir bir eğlenceye dönüştürüyor. Kısa videolarda kahkahaya indirgenen parodiler, popülerlik uğruna uydurulmuş sözlerle dolu içerikler, hamasete boğulmuş ama tarihî gerçeği boşaltılmış diziler… Gençler, tarihi görür gibi oluyor ama hafızayla bağ kuramıyor. Bu tabloyu yalnızca “gençlerin ilgisizliği” diye açıklamak kolaycılıktır; mesele, eğitim sisteminin bıraktığı boşluğu, ailenin üstlenmediği sorumluluğu, medyanın hızlı tüketime uygun içeriklerle doldurmasıdır. Çünkü medya yalnızca ayna değildir; toplumsal hafızayı biçimlendiren bir mühendislik aracına dönüşmüştür.
Oysa doğru kullanıldığında medya hafızayı ete kemiğe büründürebilir. Dünyanın farklı coğrafyalarında bunun örneklerini görüyoruz. Japonya’da gençler, Hiroşima Barış Parkı’nda yalnızca bir felaketi değil, barışın sorumluluğunu öğreniyor. Kore’de bağımsızlık müzeleri, işgal yıllarını anlatmakla kalmıyor; gençlere özgürlüğün bedelini hissettiriyor. Almanya, sokaklarına yerleştirdiği “Stolperstein” taşlarıyla, her gün Nazi kurbanlarının isimlerini insanların ayaklarının altına yazıyor; böylece geçmişle yüzleşmeyi gündelik hayatın parçası haline getiriyor. Fransa’da Bastille kutlamaları sadece bir şenlik değil; ulusal hafızanın tazelenmesidir. Onlar geçmişin yükünü çocuklarına taşımaktan korkmazken, biz çoğu kez unutuşu bir rahatlık gibi sunuyoruz. Öte yandan hafıza yalnızca ekranlarla değil, mekânın bizzat kendisiyle kurulmalı; çocuk tarihle yüz yüze gelmedikçe verdiğiniz bilgiyi özümseyemez. Hafızanın ete kemiğe bürünmesi için çocukları, tarihin yaşandığı mekânlara götürmek gerekir. Bu noktada devreye okul gezileri giriyor; ama ne yazık ki bence onların çoğu da hafızayı yaşatacak derinlikten yoksun. Çünkü bir otobüsle şehitliğe götürülüp fotoğraf çektirilen, sonra hızla geri dönülen ziyaret hafızayı canlı kılmaz; çocuk orada ancak turist olur. Önemli olan, mekânın ruhunu yaşatmaktır. Bir genci Çanakkale’ye götürdüğünüzde “burada savaş oldu” demek yetmez; o taşın sessizliğini duyurmak, rüzgârı hissettirmek gerekir. Afyon Kocatepe’de genç bir öğrenciye yalnızca “büyük taarruz burada başladı” demek kuru bilgi verir; ama o sabahın sisini, top seslerinin yankısını hissettirmek hafızaya işler. Aynı şekilde Erzurum’daki Kongre binasında yalnızca fotoğraf çektirmek değil; “manda ve himaye kabul edilemez” sözünün hangi şartlarda söylendiğini kavratmak gerekir. Ancak böyle olursa tarih, kuru bir ezberden çıkıp aidiyet duygusuna dönüşür. Çocuk yalnızca görmemeli; soru sormalı, araştırmalı, hayal kurmalı. Gerçek eğitim budur. Malazgirt yalnızca bir yıl değildir. O gün, Muş ovasında beyazlar giymiş bir sultanın, ölmeye hazır olarak ordusunun önüne çıkışıdır. Sakarya yalnızca bir savaş değildir; 13 gün 22 gece boyunca Türk milletinin son hattını savunduğu, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” diyerek Anadolu’yu bütünüyle cepheye çevirdiği bir imtihandır. Büyük Taarruz yalnızca bir operasyon değil, beş gün içinde bir milletin kaderini değiştiren ve 9 Eylül’de İzmir’de sonlanan bir dirilişin adıdır. Belki kendimize şu soruyu sormalıyız: Biz, çocuklarımızı tarih bilincinde yetim mi bırakıyoruz? Unutmayalım, hafızayı aktarmayanlar kendi çocuğunu tarih bilincinde yetim bırakır. Ve tarih bilincinde yetim kalan her çocuk, yarın başka ideolojilerin evlatlığı olur. Tarih bilinci boş bırakılmaz ya biz doldururuz ya başkaları... Hafızasını başkasına teslim eden bir millet, kendi geleceğini de başkasının kalemine yazdırır.
(Devam Edecek…)
Yorumlar
Kalan Karakter: