İntihar, kendi ruhuna tanıklık edenlerin anlatımında yok oluş değil, yaşamın en sancılı biçimde anlamlandırılmasıdır. Edebiyat, bu sancıyı ortaya çıkaran bir ayna, varoluşun en kırılgan anlarını ölümsüzleştiren bir sahnedir. Öyleyse edebiyat, intiharın karanlık sınırlarında dolaşırken şu soruyu ortaya atar: İnsan, kendi ruhuna tanıklık sırasında yok oluşu mu seçer, yoksa yeniden var olmayı mı?
İntihar, insanın ruhunun karanlık çatlaklarında yankılanan sessiz ve derin bir çığlıktır. Tarih boyunca hem başkaldırı hem de teslimiyet olarak algılanan bu eylem, insanın kendi varlığını anlamlandırmaya çabalaması ve sancılı karar anlarını içinde barındırır. Antik Yunan tragedyalarından modern edebiyata kadar, her zaman bir anlatı aracı olmuş intihar, bireysel varoluş krizlerinin toplumla çatıştığı anların sessiz tanığıdır aslında.
Nilgün Marmara, Sylvia Plath'a hayran bir genç kadın olarak, onun içsel sancılarına dokunan dizeler yazdı. Plath ise Virginia Woolf'un trajik zarafetiyle örülü kişiliğini hayranlıkla inceledi. Bu hayranlık zinciri, yazarların varoluş sancılarını birbirine bağlar gibi, bir tür derin bağ oluşturdu. İntihar, bu sancının en uç noktasında, bireyin kendi varlığını anlamlandırmaya çabalaması, o keskin karar anıydı. Edebiyat, o anlara sessiz bir ayna tuttu. Nilgün Marmara'nın “Yaşamak yaralı bir kuştur” dediği yerde, Sylvia Plath sırça fanusun boğuculuğunu dizelere taşıdı. Virginia Woolf, ceplerine taşlar doldurup Ouse Nehri'ne yürüdüğünde, varlığı yalnızca suya değil, kaleminin ardında bıraktığı ölümsüz kelimeleriyle dünyaya emanet etti.
Bu üç kadın, yaşam ve ölüm arasında ince bir çizgide, intiharın bir son değil, yaşamın yükünü anlamlandırmaya yönelik bir çığlık olduğunu gösterdiler. .Edebiyat, tüm çığlıkları duydu. Hem bireyin yalnızlığını hem toplumun sessiz baskılarını dile getirdi. İntihar, onların anlatılarında yalnızca bireysel bir tercih değil; aynı zamanda toplumun, normlarına ve ruhun dayatılmış sınırlarına karşı bir başkaldırıydı. Çünkü intihar, yalnızca bireyin bireysel krizlerini değil, aynı zamanda toplumsal toplamın dayattığı baskıları da gözlerin önünde seren bir ayna işlevini görüyordu.
Günümüzde intihar olgusu, bireysel bir eylem gibi algılansa da derinlerde toplumsal bağların zayıflaması, ekonomik eşitsizlikler, kültürel baskılar ve modern dünyanın ayrışan oluşumlarıyla şekillenmektedir. Émile Durkheim, İntihar adlı eserinde, bu eylemin bireysel bir hayattan çok, toplumsal bir durum olduğunu açıkça ifade eder. Ona göre, bireyin toplumla bağları koptuğunda ya da toplumun üyelerinin bireysel sınırları içinde bir yük haline geldiğinde, bu bağ kopuşu kendini intihar eylemiyle gösterir. İşte bu noktada edebiyat, yalnızca bireylerin değil, toplumun sessizliğini de haykıran bir dil olur.
Peki, edebiyat bize intihar hakkında ne der?
İntihar, bireysel bir tercih gibi görünse de aslında toplumun inşa ettiği görünür duvarlara çarpan bir çığlıktır. Nilgün Marmara'nın dizelerinde bu duvarlar, insanın kendine yabancılaşması, ait olamama hissi ve toplumun bireyin üzerinde uyguladığı baskının ağırlığıyla örülmüştür. Marmara'nın dizelerinde insan, uçmayı arzulayan, ama kanatlarının her çırpınışında daha fazla kanayan bir varlıktır. Bu çatışma, bireyin kendisiyle ve çevresi ile uzlaşamadığı bir eksende derinleşir.
Sylvia Plath ise, Sırça Fanus romanında, bireyin toplumsal normlara sığamayacağı kadar özgün bir ruh taşıdığını gösterir. Fanusun metaforu, yalnızca Plath'ın kişisel çıkmazları değil; Aynı zamanda modern dünyanın insanı içine hapsettiği kafesi temsil eder. 2025 yılında, bu fanus hala varlığını koruyor: Sosyal medya, bireyleri sürekli bir performans sergilemeye iterken, insanların içsel kimlikleri fanusun buğulu camları arkasında sıkışıp kalıyor. Plath'ın eserindeki yalnızlık, artık dijital dünyada "görünür" olma arzusu ile daha da derinleşiyor. İnsan, kendine bile ulaşamaz hale geliyor.
Virginia Woolf'un ceplerine taşlar doldurarak nehire doğru yürüyüşü, yalnızca bireysel varoluş krizi değil; Aynı zamanda edebiyat aracılığı ile kadınlara biçilen geleneksel rollerin sorgulanmasının simgesi olarak görülebilir. Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde Woolf, kadın yazarların ihtiyaç duyduğu ruhsal özgürlük alanından bahseder. Woolf'un mesajı günümüzde geçerliliğini koruyor.
2025 yılında intihar, dijital çağın karmaşıklığıyla daha derin bir toplumsal yara haline geldi. Sosyal medya bireyleri görünür hale getirirken, bireysel ve toplumsal anlamda olumsuz sonuçları olan geri kalma korkusu, anksiyete, depresyon, kaygı ve yalnızlığa dönüşmektedir. Durkheim'ın teorisi, bireyin toplumsal bağlardan koptuğunda intiharın kaçınılmaz bir sonuç olabileceğini gösterirken, dijital çağda bu bağlar, yalnızca fiziksel olarak değil, manevi olarak da aşınmıştır.
Edebiyat, yaşamın bu karanlık anlarını görünür kılmaya devam etmektedir. Örneğin, Elif Şafak'ın Arafta romanı, bireyin kendine ve çevresine ait olma mücadelesini işlerken, Hakan Günday'ın Daha romanı, modern dünyanın insanı yabancılaştırdığını anlatır. İntiharın edebiyattaki yansımaları, yalnızca bireyin acısını değil, toplumun bu acıdaki rolünü açıkça ortaya koyması açısından önemlidir. 2025 yılında modern dünya daha karmaşık, daha hızlı ve hatta daha yalnız olabilir. Ancak edebiyat, bu yalnızlığın içinde yankılanan çığlıkları duyurmaya devam etmektedir ve edecektir. Çünkü edebiyat hem bireyin hem de toplumun ruhuna tutulmuş bir aynadır. Ve o ayna, hiçbir zaman yalan söylemez.
Edebiyat, bize şu soruyu sormayı bırakmıyor: “İnsanın, kendi ruhuna tanıklık ederken yok oluşu mu seçiyor, yoksa yeniden var olmayı mı?” Cevap, her zaman bireyin kendi hikâyesinde ve duruşunda saklıdır.
Yorumlar
Kalan Karakter: