Yarın takvimde Öğretmenler Günü yazacak. Ancak ülkenin üstüne çöken acılar, o kelimeyi
taşıyamayacak kadar ağır. Yektenin zehirlenmiş bedeni, hepimizin içinden bir parçayı kopardı.
Bir çocuğun gördüğü şiddeti anlayamayan toplum, hangi öğretmeni onurlandırabilir ki gerçekten?
Öğretmenlik, yalnızca bir meslek değil, yetişkinin kendi içindeki karanlığı yönetebilme kapasitesidir.
Burada “yetke” dediğimiz şey, hukuken verilen yetkinin ötesinde, toplumsal bir meşruiyet ve saygınlıkla
donatılmış gücün adıdır; bir yetişkin eline aldığı bu gücü ancak ruhsal olgunluğu ölçüsünde taşıyabilir.
Eğer taşıyamazsa, güç bozulur, otorite kirlenir, yetke zehirlenir ve eğitim dediğimiz şey, çocuğun ruhuna
sessizce işleyen baskı mekanizmasına dönüşür. Sınıfların kapısı her sabah yalnızca öğrencilere değil,
yetişkinlerin çözülememiş çocukluklarına da açılır; o çocukluk yaralıysa, sınıfın iklimi kararmaya
mahkûmdur. Bir eğitim ortamına girdiğinizde havanın görünmez biçimde titreştiğini fark edersiniz;
tebeşir tozu arasında dolaşan eski korkular, sıraların kenarına yıllar önce kazınmış sessiz çentikler,
duvarların hafızasında asılı kalmış çığlık kırıntıları… Bunlar pedagojik sürecin değil, toplumun yarım
kalmış duygularının izleridir. Yetişkin, kendi içinde taşıyamadığı öfkeyi “otorite sağlamak” sanır; kendi
çocukluğunda duyulmayan sesi “disiplin” adıyla bastırır; sevgisiz büyümüş benlik, yeterli duygusal
kapasiteye sahip olmadığında gücü zorbalıkla karıştırır. Çocuğa vurulan tokat, o çocuğun bedeninde bir
an sürer ama toplumun ruhunda yıllarca iz bırakır; çünkü korku öğrenmeyi değil, kaçmayı öğretir. Tehdit
altındaki zihin bilgiyi değil, tehlikeyi kaydeder; merak söner, özgüven azalır, dünya ile kurulan bağ
çatırdar. Yetişkinin bir saniyelik öfkesi, bir çocuğun bütün geleceğini karartabilir. Sahi, bu karanlık
gerçekten çocuğun mu, yoksa yetişkinin çözümsüzlüğünün gölgesi midir? Biz yıllarca saygı adı altında
korkuyu, disiplin adı altında itaati kutsadık; otoriteyi sevgiyle değil, baskıyla öğrendik. “Sessizlik”
başarı sayıldı, “itaat” terbiyeye dönüştürüldü, “hoca bilir” cümlesi yetişkin egosunun en kolay meşruiyet
kalkanı oldu. Ve sonra şaşırıyormuş gibi sorduk: Neden çocuklar konuşmuyor? Neden öğretmenler
tükeniyor? Neden okul koridorlarında şiddet dolaşıyor? Oysa cevap ortadaydı: Güçle sevgiyi ayırt
edemeyen bir kültür inşa ettik. Kimse otoritenin ruh sağlığı gerektirdiğini konuşmadı; kimse gücün
taşınamayınca nasıl zehir ürettiğini görmedi. Bu zehir yıllarca küçük çatlaklardan sızdı, şimdi ise
evlerin, sokakların, ekranın hatta sınıfların ortasında duruyor. Bir çocuğa şiddet uygulayan “eğitimci”
figürü, kişinin sinir anından ibaret değildir. O el çocuğa kalkmadan önce yıllarca birikmiş
aşağılanmışlık, değersizlik, bastırılmış öfke ve otoriteye duyulan kör hayranlık bedenin içinde an be
an çöker. Sosyolojik olarak baktığımızda; bu el toplumun bastırılmış sadizminin sınıfa sızmış hâlidir;
psikolojik olarak, bireyin kendi yetersizliğinin psikolojik çöküntüsünü güç kisvesiyle telafi eden fail
tipidir; pedagojik açıdan ise eğitilememiş yetişkin psikolojisinin dışavurumudur. Çocuğun yüzünde
görülen bir saniyelik “neden?” bakışı, sadece o ana ait şaşkınlık değil, bütün çürümenin aynasıdır.
Yetişkin bu aynaya bakmamak için çocuğu suçlar: “Hassas”, “problemli”, “saygısız” … Böylece asıl
sorumluluk görünmez olur. Oysa sorun çocukta değil, yetişkinliğin taşıyamadığı yetkededir. Gücü doğru
kullanamayan kişi, karşındakinin davranışını değil, kendi geçmişini cezalandırır. Bir yetişkin çocuğa el
kaldırdığında, bir yetişkin farklı olduğu için kabul görmeyen bir çocuğa el kaldırdığında hepimiz
düşünmedik mi, sorgulamadık mı: Yetişkin kendi içindeki fırtınayı yönetemezken bir sınıfı nasıl
yönetebilir? Bir toplum kendi çocuklarını koruyamıyorsa geleceğini nasıl savunabilir? Bir çocuğun
susturulduğu yerde hangi başarıdan, hangi eğitimden, hangi öğretmenlikten söz edilebilir? Şiddetin
psikodinamiği çocuğun davranışında değil, yetişkinin taşıyamadığı duyguda yatar. Çocuk gürültü
yapmaz, yetişkinin kendi iç gürültüsünü gün yüzüne çıkarır. Çocuk soru sormaz, yetişkinin
cevapsızlığını hatırlatır. Çocuk “hayır” demez; yetişkinin kendi hayatında hiç diyememiş olmasının
acısını gösterir. İster öğretmen ister ebeveyn olsun bir yetişkin en çok bu yüzden öfkelenir. Buna hâlâ
“otorite sağlamak” diyoruz. Oysa hiçbirimizin taşımaması gereken şiddet çaresiz yetişkinliğin çaresizce
sarıldığı son sığınağıdır. Çocuğa şiddet, güç karşısında çökmüş yetişkin benliğinin psikopatolojisidir.
Maske altı şiddet en sinsi olanıdır. Bağırış çağırış, itme kakma bile bazen daha dürüsttür; asıl tehlike,
“Senin iyiliğin için” diye başlayan cümlelerde saklıdır. Öğretmenin yaptığı her şeyin doğru kabul
edildiği, “Hocadır, bir bildiği vardır” kültüründe, şiddet kendine pedagojik kılıf bulur.
Çocuk ağlıyorsa “hassastır”, korkuyorsa “utangaçtır”, susmuyorsa “problemli”, itiraz ediyorsa
“saygısız”dır. Yetişkin şiddet uyguladığında ise “haklıdır”. Bu denklemde en ağır şiddet, bağırmak
değil; görmezden gelmektir. Çocuğun kafası karışmışken gözünü kaçırmak, yardım istiyorken
“abartma” demek, “beni yorma” diyerek çocuğu hayatın dış kapısına göndermektir. Eğitimde patoloji
tam olarak burada açığa çıkar. Şiddet, bireysel sapma gibi konuşulur ama aslında sistemik bir hastalıktır.
Çocuğu yaralayan her eğitimci, toplumsal vicdanın çürüdüğünü gösteren klinik bir belirtidir. Okullarda
artan şiddetin nedeni “zor çocuklar” değildir; yetişkinlerin otoriteyle kurduğu travmatik bağdır.
Yetişkin, kendi hayatında maruz kaldığı baskıyı, “ben de böyle terbiye edildim” rahatlığıyla yeniden
üretir. Böylece “eğitsel sadizm” dediğimiz şey, güç boşluğunu en savunmasız olanda doldurmaya
çalışan yaralı yetişkinliğin yöntemi hâline gelir. Sınıfta bir tokat duyulduğunda çocuğun değil, insanlığın
iflas kaydı tutulur. Sonuçlar ise, zannedildiğinden çok daha ağırdır. Bir çocuğun beyninde korku,
öğrenme merkezini kapatır. Tehdit algılandığında beden hayatta kalma moduna geçer; zihin bilgiyi
değil, kaçışı kaydeder. Öğretmeninden korkan çocuk yalnız dersten değil, kendinden de uzaklaşır.
Özgüveni biter, merakı solar, dünyaya güveni çatlar. Travma yaşayan çocuklar yıllarca ya saldırganlaşır
ya içe kapanır ya herkese saldırırlar ya kendilerinden bile saklanırlar. Bir şiddet davranışı bir kez yaşanır,
etkisi bir ömür sürer; bir sınıfta başlar, bir nesle yayılır. Dünyanın anlamsızlığıyla yüzleşmek cesaret
ister. Ben yüzleşirken gözlerim doluyor. Önce şu gerçeği kabullenmek zorundayız: Çocuğa şiddet bir
“meslek hatası” değil, toplumun bilinç dışında büyüttüğü sadist tortunun ortaya çıkışıdır. Kendi
çocukluğunu iyileştirmemiş birinin eline çocuk emanet etmek akıl işi değildir. Duygusal düzenleme
becerisi olmayan birine sınıf teslim etmek, eline silah verilmiş tetikte birini kalabalığa salmak gibidir.
Öğretmenlik bilgi mesleği kadar, ruh mesleğidir. Öğretmen seçiminde yalnızca diploma değil, ruh
sağlığı, empati kapasitesi, öfke kontrolü, travma farkındalığı gibi alanlar da sorgulanmalıdır. “Sınıf içi
şiddetin psikodinamiği” her eğitimcinin muhakkak öğrenmesi gereken bir ders olmalıdır. Bu ülkede en
savunmasız olanlar, yani çocuklar, en kolay incinenler. Ve onları inciten şey çoğu zaman bir anlık öfke
değil, sistemin derinleşmiş ihmalidir. Şiddetin üstü kapatıldıkça, raporlar hafifletildikçe, “abartma”
denildikçe, “okulun itibarı” çocuğun ruh sağlığından üstün tutuldukça, eğitim değil, suç ortaklığı büyür.
Bir öğretmeni yalnız bırakan sistem öğretmenliği koruyamaz; bir çocuğu yalnız bırakan toplum insanlığı
koruyamaz. Biz yıllardır her iki tarafta da yalnızlık ürettik. Şiddetin artık yalnızca sokakta, evde, ekranda
değil; okul koridorlarının bile içine sızdığı bir zamanda yaşıyoruz. Sorun, bir çocuğun masumiyetinin
su bardağına sığacak kadar kolay incinebiliyor olması; bir öğretmenin sınıfa girerken taşıdığı yükün
kimsenin fark etmediği kadar ağır olması; ailelerin kaygısının, mahallenin kırılganlığının, sistemin
gecikmiş nefesinin çocuğun kaderine dönüşebilmesi. Öğretmenler gününde çiçek veren toplum, aynı
öğretmeni yalnızlığıyla baş başa bırakıyor; çocuk dediğimiz o kırılgan dünyayı koruyacak yapıyı
kuramıyor; acı, tıpkı Camus’nün dünyayı anlamsızlaştıran ışığı gibi yüzümüze çarpıyor, Madak’ın
şiirlerindeki o mor gölge gibi içimize çörekleniyor. Fakat çözüm de yine insanda, görünmeyen bağlarda,
erken fark edilen kırılmalarda; öğretmenle aileyi, okul ile sokağı, çocukla geleceği birbirine yeniden
bağlayan, nefes alan bir sosyal düzen kurmakta. Çocukların davranışlarını birer sinyal gibi okumayı
bilen, mahallenin nabzını tutan, hizmetlere erişimi gerçek bir hak haline getiren, öğretmenleri
güçlendiren bir yapı; çünkü bir çocuğu korumak, bütün bir toplumu onarmaktır. Bugün Öğretmenler
Gününü kutluyorum ama bir tebessümle değil; bir sözle, bir yüzleşmeyle, bir yükümlülükle var mısınız?
Yorumlar
Kalan Karakter: