26 Ağustos, milletimizin kader çizgisinde iki kez karşımıza çıkan tek gündür. Birinde Anadolu’ya girdik, diğerinde de çıkmayacağımızı dünyaya duyurduk. 1071’de Malazgirt’te Anadolu’ya giriş kapısını açtık; 1922’de Büyük Taarruzla kapının bir daha kapanmayacağını ilan ettik. Bunu “tarihin cilvesi” diye geçiştirmek, meseleyi küçültmektir. Çünkü bu tarihî simetri, millet olmanın asıl dayanağını gösterir: hafıza. ...Millet, sadece sınır çizgileriyle, nüfus sayılarıyla, anayasa maddeleriyle var olmaz; millet, hatırlama iradesiyle yaşar.
Hafızasını kaybeden milletler kökü kesilmiş ağaçlara benzerler; gövdesi ayakta gibi görünür ama ilk rüzgârda devrilir. Tarih, hatırlayanların destanı değil; en çok unutanların çöküş kaydıdır. Roma’dan Bizans’a, Osmanlı’dan nice imparatorluğa kadar… Hepsi önce hafızalarında yıkıldı, sonra topraklarında. Benim tanımımla, tarih dediğimiz şey hafızasını yitiren milletlerin sessiz cenaze alayından ibarettir. Çünkü her unutuluş önce kimlikte bir boşluk açar; sonra o boşluk, devleti ve toplumu yutar. İşte bu yüzden 26 Ağustos yalnızca bir tarih değil, bir varlık sözleşmesidir: unutmamak, yıkılmamak için atılmış imzadır. Ve o imza, en gür sesiyle Büyük Taarruz sabahı Kocatepe’de duyuldu. O sabah yükselen top sesleri yalnızca Yunan ordusuna değil, tarihin kendisine yönelmişti: “Biz buradayız, gitmeyeceğiz.” Bu haykırış, göçebelikten yerleşikliğe, boylardan millete, enkazdan cumhuriyete geçişin ilanıydı. Uluslar böyle kurucu anlarla kimlik kazanır. Fransızların Bastille günü, Amerikalıların 4 Temmuz’u, Rusların Ekim Devrimi nasıl hafızanın mihenk taşlarıysa, bizim için de 26–30 Ağustos odur. Farkımız şudur: Fransız Bastille’i tiyatrosuyla, romanıyla, müzesiyle yaşatır. Amerikalı 4 Temmuz’u yalnızca piknik değil, kimlik tazelemesi olarak kutlar. Yahudiler, iki bin yıl önceki sürgünlerini hâlâ ritüellerle canlı tutar. Çin, hanedan geçmişini bugünkü iktidarına meşruiyet aracı yapar. Biz ise çoğu zaman 26 Ağustos’u birkaç resmî söyleme, paylaşıma, tatil rehavetine indirgiyoruz. Takvim hatırlatır; yaşatan hafızadır. Takvim günü tüketir, hafıza ise millet kurar. Sahi, bizler hafızayı yaşatmak yerine, günü mü tüketiyoruz?
Çocuklarımızı “tarih” adı altında yıl ve rakam ezberine mahkûm ediyoruz. Onlara Malazgirt’in 1071’de, Büyük Taarruz’un 1922’de olduğunu belletiyoruz; o günlerin neden varlık-yokluk meselesi olduğunu hissettirmiyoruz. Çanakkale’yi sınav sorusuna çeviriyoruz ama Gelibolu’nun taşına, toprağına, rüzgârına götürmüyoruz. Böyle olunca tarih, gençlerin zihninde kalıcı bir hafıza değil, geçici bir bilgi kırıntısı olarak yer ediyor. Tarihi hayatın içine taşımadığımız için, gençleri eleştirmek yerine kendimizle yüzleşmeliyiz. Yaşatmadığımız şeyi vermediğimiz duygu ve tanıklığı, değerlerimizi gençlerin sahiplenmesini beklemek, kendi ihmallerimizi, sorumsuzluğumuzu, bilinçsizliğimizi onların sırtına yüklemek değil midir?
Unutulan hafıza, geride bırakılan mazi değil; çalınmış bir gelecek demektir.
(Devam edecek…)
Yorumlar
Kalan Karakter: