Sabah uyanırsın; daha nefesini saymadan, ekran sana başkalarının hayatını gösterir. Birileri tatilde, birileri terfi etmiş, birileri kahkaha atıyor. Parmağın kayar, günün başlamadan kendi hayatını kıyaslayarak uyanırsın. Eşin bir şey anlatır, duymazsın. Çocuğun bir şey sorar, “sonra” dersin. O “sonra” hiç gelmez. Yan yana oturursunuz ama başka dünyalardasınızdır. İlişkiler de toplumlar gibi çoğu zaman sessizliğin kurbanı olur. Başkasının tatilini görürsün, kendi eşine kızarsın. Başkasının aldığı çiçeği görürsün, içinden “bana neden almıyor?” diye geçirirsin. Oysa belki o gün seninle konuşmak istemişti, belki küçük bir bakış, küçük bir söz yeterdi ama sen başka birinin hikâyesinde geziniyordun. Herkesin hatta kendinin dahi en iyi versiyonu ile yarışmak normalleştikçe memnuniyetsizliğin artar. Daha gün doğmadan kendi hayatından uzaklaşmışsındır. Zihnin, başkalarının hayatına yetişmeye çalışırken evdeki hayatı ıskalarsın. Bu uzaklaşma sadece aile hikâyesi değildir; sessizliğin ilk halkasıdır. Her görmezden geliş, her ertelenmiş cümle, her yutkunma birikir ve sonunda toplumu çürütür. Suskunluk, bireyin küçük kaçışı olmaktan çıkar, bütün bir toplumun kırılgan zemini olur. İşe gidersin, toplantı başlar. Herkes başını sallar, sen de sallarsın. İçinden “bu yanlış” demek gelir ama dilin damağına yapışır. “Ben karışmayayım” dersin. Karışmazsın. Bir yanlış daha geçer, bir risk daha büyür. Eve dönersin, apartmandan çığlık gelir. Kapıyı açmazsın. “Bizim meselemiz değil” dersin. İçindeki taş biraz daha ağırlaşır. Fark etmezsin ama o taşlar yıllar içinde üst üste dizilir. Küçük susmalar büyük sessizliklere, küçük ihanetler büyük kırılmalara dönüşür. Aynaya bakarsın, gözlerinin içinde bir yabancı görürsün. “Bu ben miyim?” dersin. O an bir şey kırılır. Bu kırılma, barajın kapağının titremesidir. Yıllardır biriken basınçtır. Ellerini sürersin, paslı metal soğuktur, korku avucuna yapışır. Kapak titrer, senin ellerin titrer. Çektiğin anda gürültü kopar, kilitler boşalır, su kükreyerek fırlar. Önünde ne varsa sürükler: yılların çamurunu, kokuyu, pası, çürümüş dalları. Sonra birden hava temizlenir. Toprak kokusu geri gelir. Gürültünün içinde ferahlık, taşkının içinde arınma vardır. O kapağı açmasaydın, bir gün baraj kendi kendine patlayacak, köprüleri yıkacak, seni de önüne katacaktı. Cesaret bence içindeki barajın kapağını açmaktır... Yalnızca suyun taşması değildir bu; dik durmaktır. İçinden geçen sözü dile getirmektir. Vicdanını susturmamaktır. Bazen tek bir kelime: “hayır”, “katılmıyorum”, “doğru değil”: barajı açar. O kelime ağzından çıktığı anda önce korku gelir; çünkü sesini yükselttiğinde yalnız kalabilirsin, dışlanabilirsin, kaybedebilirsin. Ama tam da o anda kendi ağırlığını sırtından indirirsin. Cesaret budur: korkunun titremesine rağmen konuşabilmek, o paslı kapağı kendi elinle çevirebilmektir. Biz çoğu zaman açmayız. Susarız. Çünkü korkarız. Bu korku doğuştan gelmez, öğretilir. Çocukken soru sorduğumuzda azarlanırız, “büyüklerin yanında konuşma” denir, “başımıza iş açma” denir. Yanlış cevap verdiğimizde sınıfta gülenler olur, biz de bir daha parmak kaldırmayız. Böylece öğreniriz susmayı. Okulda merak öldüğünde, evde ses öldüğünde, çalışma hayatında vicdan öldüğünde toplumsal sessizlik norm olur. Mesele sadece bireysel değildir; bu öğretilmiş sessizlik toplumsal refleks haline gelir. Okulda merak öldüğünde bilim ölür, evde ses öldüğünde adalet ölür, işte vicdan öldüğünde kurumlar körleşir. Bir sabah uyanırsın, ülkenin suskunluk kültüründe yaşadığını fark edersin. Şikâyet etmeye hakkın var mı? Apartmandan çığlıklar gelir. Kapılar açılmaz. O gece bir kadın ölür. Kanı halıya siner, bir daha çıkmaz. Çocuğu kapının arkasında kalır, donmuş gözlerle bakar, bir daha kimseye güvenmez. Komşular “aile meselesi” der, kapı kapanır, konu kapanır ama çocuğun içindeki çığlık hiç susmaz. Bir çocuk istismar edilir. Habere “aile dramı” yazarlar. Fail serbest gezer, çocuk susar, susarak büyür. Kendi çocuğu olduğunda bile sarılırken titrer. Kimse görmez. Sessizlik sarmalı böyle kurulur: bireysel susma grup normuna, norm kurumsal körlüğe, körlük krize dönüşür.
Fabrikada “bir şey olmaz” derler. Sonra siren çalar. Bir beden sedyeyle taşınır. Avluda botlar kalır. Evde bir tabak eksik döner. Kadın pencereye yaslanır, evin içi soğur. Çocuk “baba” diye seslenir, sessizlik cevap olur. Maden çöker. Yer altından günlerce kepçe sesi gelir, yukarıda analar dizlerine vurur. Çocuklar babalarının baretlerini kucaklar. Televizyon alt yazısında sayı geçer: “X kişi öldü.” Ama bu sayı, bir şehrin ezanına, ağıtına kazınır. İnsanlar unutur, toprak unutmaz... Gazze’de hastane vurulur. Beyaz çarşaflara sarılı küçücük bedenler yan yana dizilir. Ambulans kapısında bir anne çığlık atar, çocuğunun saçını koklar, elleriyle çarşafın üstünden evladını sever. Koridorda moloz tozu boğaza yapışır, siren sesleri tavanda yankılanır. Gökyüzü kararır. Biz izleriz. Gözümüzü kaçırırız. Sahi, o görüntü kaç annenin gözünde bir ömür kalır? Dil, adaletin ilk kapısıdır: “aile dramı” değil cinayet, “kaza” değil iş cinayeti. Adını yanlış koyduğun her şey, cezasını da yanlış bulur. Bir kadın öldüğünde yalnızca beden toprağa girmez, bir çocuğun güven duygusu da gömülür. Psikolojik travma somuttur: Çocuğun neşesi bir daha gelmez, kahkahası bir daha duyulmaz. Bu sadece o çocuğun hikâyesi değildir; bütün bir toplumun sesine düşen çatlak orada başlar. Sosyolojik yıkım evrenseldir: Kuzeyden güneye, doğudan batıya, bireyselden küresele… Sessizlik, sistemin parçası olur. Mahallede “ayıp olur” diye kapı kapanır, fabrikada “ses çıkarma” denir, dünyada “diplomatik dil” denir ve her seferinde suç biraz daha kök salar. Biz görmezden geldikçe sessizlik büyür. Sessizliğin sosyolojisi, giderek daha kaçınılmaz bir toplumsal felaket haline gelir; eylemsizlikle, yorgunlukla, çaresizlikle beslenir. Toplum, kendi vicdanını sustura sustura felaketin zeminini hazırlar. Görmediğinde büyür. Büyüdüğünde görünmez olur. Görünmez olduğunda normalleşir. Normalleştiğinde ahlâkı bozar. Sustukça suç büyür, karanlık yayılır. Sessizlik yalnızca bireysel bir kaçış değil, küresel suç ortaklığıdır. Sen sustuğunda bir kadının kanı halıya düşer, bir çocuğun kahkahası boğazına düğümlenir, bir maden çöker, bir işçi ölür. Savaşlar büyür: bombalar patlar, biz ekran başında sessizce izleriz. Gazze’de bir bebek soğuk betonun altında nefes ararken, dünya ağırlaşır, biz parmağımızı kaydırırız. Kapak hâlâ senin elinde. Açarsan gürültü kopar, düzen bozulur, bazı yüzler senden uzaklaşır. Ama tam o anda yıllardır biriken çamur da akar, hava da temizlenir. Cesaret korkusuzluk değildir; korkuya rağmen adım atmaktır. Her “hayır” dediğinde yalnızca kendini değil, başkasını da kurtarırsın; zincirlerden bir halka daha düşer, karanlık biraz daha geriye çekilir. Ve bir gün aynaya bakarsın, gözlerinin içindeki yabancı gitmiştir. O an anlarsın: sustuğunda yalnızca kendini değil, bir halkın umudunu, bir çocuğun geleceğini, dünyanın vicdanını gömdüğünü.
Susmak, karanlığın dili olmaktır. Konuş!
Yorumlar
Kalan Karakter: