Tarih dediğimiz şey, yalnızca savaş meydanlarının kronolojisi değil; toprağın, taşın, suyun ve emeğin hafızaya nasıl dönüştürüldüğüdür. Bir millet, kendi taşına yabancılaşırsa zaferini de yabancı müzelerin vitrininde seyretmek zorunda kalır. Vatan yalnızca haritadaki sınırlarla değil, hafızaya işlenmiş mekânlarla korunur. Bugün 26–30 Ağustos’un ruhunu anlamak, yalnızca süngünün değil; taşın, madenin, emeğin ve kültürel mirasın değerini bilmekten geçiyor. Anadolu, sadece savaşların değil, aynı zamanda madenlerin, taşların ve üretimin tarihidir. Marmara Adası’nın beyaz mermeri, Roma’dan Bizans’a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar imparatorlukların inşaatlarında yer aldı. Ayasofya’nın sütunlarında, Süleymaniye’nin mihraplarında, Avrupa’daki birçok katedralde ve sarayda bu taşın izini sürmek mümkündür. Divriği’nin demiri, yalnızca bir hammaddeden ibaret değildir; UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alan Divriği Ulu Camii’nin kapısındaki ustalık demirin kültüre nasıl dönüştüğünü gösterir. Zonguldak’ın kömürü, Cumhuriyet’in sanayileşme hamlesinin ilk adımlarını atmış; Karabük’te yükselen demir-çelik fabrikaları milletimizin modernleşme iradesini simgelemiştir. Tuz Gölü, Roma’dan Osmanlı’ya kadar yalnızca sofra tuzu değil, aynı zamanda devletin vergi kaynağı ve stratejik değeridir. Bergama’nın parşömeni, yalnızca yazının değil, bilginin taşıyıcısıdır. Isparta’nın gülü, bir çiçek olmanın ötesinde şehrin hafızasının temsilidir. Öyle çok örneğimiz var ki... Gençlerimize gösterecek onca zenginliğimiz... Anadolu’nun yer altı ve yer üstü zenginliklerinin yalnızca doğanın armağanı değil, milletimizin kimlik taşıyıcıları olduğunu anlatabilmeliyiz. Anlatabiliyor muyuz? Afyonlu, kendi mermerini Louvre’un galerilerinde görüyor ama Afyon’da onu anlatan bir müze bulamıyor. Zonguldaklı çocuk kömürün hikâyesini babasının iş kıyafetinden öğreniyor, ama madenin toplumsal tarihini anlatan bir hafıza mekânına gidemiyor. Bergama’nın eserleri Berlin’de sergileniyor; Troya hazineleri Petersburg’da… Kendi çocuklarımıza, kendi hafızamızı kendi topraklarımızda yeterince anlatamamak, gösterememek, yaşatamamak bir tek benim kanıma mı dokunuyor? Dünya bu işi çoktan çözmüş durumda. İngiltere, Ironbridge’de endüstri müzeleriyle çocuklarına sanayi devrimini yaşatıyor. Fransa’da Saint-Étienne’deki maden galerilerinde öğrenciler madenci kıyafeti giyip karanlığa iniyor; tarih orada ders kitabı değil, solunan bir deneyim oluyor. Çin, bronz sergileriyle hanedanların gücünü somut metallere işliyor. Japonya, Kyoto’da zanaatkârlık mirasını yalnızca vitrine değil, eğitim müfredatına dönüştürüyor. Böylece gençler, taşın, madenin, emeğin sadece ekonomi değil, hafıza olduğunu öğreniyorlar. Bizde ise mermer ihracat rakamı, kömür üretim istatistiği, tuz rezerv tablosu var; çocuğa “bu senin tarihin, bu bizim tarihimiz” dedirten mekânlar ya çok az ya da hiç yok. İçi acıyan tek ben miyim? Neden dünyada adı geçen “mermer müzemiz” yok? Neden Zonguldak’ta yaşayan çocuk kömürün tarihini bir eğitim gezisinde deneyimleyemiyor? Neden Tuz Gölü’nü yalnızca kartpostallarda görüyoruz? Neden Bergama eserlerini kendi şehrinde değil, Berlin’de görmek zorundayız? Neden hafızayı gündelik hayatın içine taşımıyoruz? Bu soruların cevabı, zaferimizi sahiplenip sahiplenmediğimizin de cevabıdır.
(Devam edecek…)
Yorumlar
Kalan Karakter: