İYİLEŞMEK ZORUNDA MIYIZ?
Ekonomik sıkıntılar, ölüm, aşk, ayrılık gibi pek çok nedenle ansızın içimizde bir yer kırılır. Dünya hızla yaramızın onarılmasını bekler. Sanki ruhumuzun çatlağı, biraz bant, biraz tebessümle kapanacakmış gibi... Oysa ruhun acıları öyle ansızın geçmez; içten içe sızlayan bir yer vardır, gece herkes uyurken uyanır, göğsün tam ortasında sessizce oturur. Sabaha kadar gitmek nedir bilmez. Psikolojideki açıklaması “travma tepkisi”dir. Sosyolojik açıklaması “uyum baskısı”. İç sesimiz ise çok daha basit söyler: “Canım hâlâ acıyor”..Dışarıda hayat devam eder; insanlar kahvelerini içer, sokak lambaları yanar, takvim yaprakları kopar. Dünya bizi beklemez .. İyileşmemizi ister üstelik hızlı, temiz, iz bırakmadan gülümseyerek devam etmemizi. Sanki ruhumuzu kırık bir sandalye gibi vidalayarak ayağa kaldırabilecekmişiz gibi.... Farkında mısınız acı bile tüketime çevrildi? Yasın rengi pastel, kederin kokusu vanilya. Market raflarında “iyi hisset” yazan mumlar, nefes egzersizi uygulamaları, dijital bilgelik sloganları… Hepsi ruhun üzerini yumuşak bir örtüyle kapatıyor. Acılarımıza değilse de acıların gösterilme biçimine yabancılaşıyoruz. Oysa gerçek sancı sessizlik ister; reklama değil, karanlık bir odaya, belki mutfağa kadar uzanan loş bir koridora. Kimsenin bilmediği, kimsenin beğeni atmadığı bir köşeye. İyileşmek, çoğu zaman bir varış değil, sessiz bir direniştir gerçekte. İnsan kimi zaman toparlanamaz ya da toparlanmak istemez. Bu bir kusur değil varoluşun en dürüst halidir; mesele dağılmadan dağınık kalabilmektir. Kişi, içindeki fırtınayı susturamasa da yağmurun altında yürümeyi öğrenebilir.Tembelliklikten, vazgeçişten değil; içsel gerçekliğe sadakat hâlinden yani ruhun özünü yaşamasına müsaade etmekten ve sonuna dek hissedebilmekten durup sadece duyumsamak isteyebilir... Çünkü bazı yaralar kapanmaz; sadece o yaralarla o acılarla birlikte yürümeyi öğreniriz. Eksiklik olarak görülen / gösterilenler de bu nedenle aslında hafızadır. En azından ben böyle tanımlıyorum : ruhun hafızası.. Belki dağılmadan dağınık kalabilmeli, içimizdeki fırtınayı susturamasak da yağmurun altında yürüyebilmeliyiz . Buna hakkımız olması bir yana ruhu yok saymak isteyenlere de direnmenin bir yolu olmalı değil mi...Toplum bunu anlayabilir mi? Toplumun derdi bireyin ruhu değil, düzenin devamı olabilir mi sahi? “Güçlü ol” “bizi rahatsız etme” demenin; “Geçmişte kalma” “bizi yavaşlatma" isteğinin bir başka ifade şekli olmasın? .."Herkes yoluna devam ederken ben neden hâlâ buradayım?” diye soranlardansanız belki sorunu kendinizde değil; iyileşmenin “performans” hâline getirildiği bu çağda aramalısınız. Ruhumuzu en çok yoran şey özümüzün doğasına aykırı davranmak; kendimize rağmen güçlü görünmeye çalışmaktır.. Gerçek iyileşme, hedef değil; sadece oturup nefes alabilmenin adıdır, inkârın değil yüzleşmenin sonucudur. Yüzleşmek, çoğu zaman ilerlemek değil, önce durabilmek; durmayı bilmektir. Durmak, çağımızın en büyük lüksü. Her yer hareket, her yer hız. Metroda bile durakların gölgesi hızlıca geçiyor yüzümüzden. Oysa insanın içi bazen bir durak ister; hiçbir yere varmayı hedeflemeden, sadece orada kalmak. Felsefi olarak, varoluşun en hâli: bir hedef uğruna değil, var olduğu için var olmak. Toplum bunu tembellik sanır ama aslında bazen ruhun en çalışkan hâlidir: yeniden kendine dönmek.
Sosyolojik açıdan baktığımızda, acının kendisi değil, acıyı gizleme biçimi öğretiliyor bize. Güçlü ol deniyor, ama bu güç çoğunlukla “sessizce katlanmak” anlamına geliyor. Oysa insan kırılabilir bir varlıktır. Ve kırılganlık, yok edilmesi gereken bir kusur değil; insanın kendini hatırladığı yerdir. Eğer herkes iyileşiyormuş gibi yaparsa, kimse iyileşemez. O yüzden sessizlik bazen çöküş değil; iyileşmeye zorlanmayan bir varoluş biçimidir.Belki de gerçek iyileşme “geçti” demek değildir? Ambalajlanan acı ve travmalar çağında ruhumuza sahip çıkma sorumluluğu kendimize ait #güzelbirhaftadilerim yazımın tamamını ve diğer yazılarımı Ülke Postası Gazetesinde takip edebilirsiniz
Yorumlar
Kalan Karakter: