İzmir’i sevmek, bir gün işim düşer diye güçlünün kapısında beklemek değildir. İzmir’i sevmek, güç olanı yapma cesaretini göstermek, kolay olan suskunluğun yerine emekle söz kurmaktır. Çünkü sevgi, tek başına süslü bir kelime olarak hiçbir anlam taşımaz; sevgi sorumluluktur, emektir, bedel ödemektir. İzmir’i sevmek, kentin gölgelerinde gezinmek değil; onun yükünü sırtlamak, yaralarını sarmak, geleceğini kurmak için irade göstermektir.
İzmir bir şehir değil, bellektir. Smyrna’nın taşlarındaki ayak seslerinden Agora’nın gölgeli sütunlarına, Kemeraltı’nın dar sokaklarından Kültürpark’ın ağaçlarına dek uzanan uygarlık tarihinin damarlarında akan candır. Yüzyıllar boyunca yangınlarla, depremlerle sınanmış, göçlerle yoğrulmuş; her defasında küllerinden doğmayı başarmıştır. Bu yüzden İzmir’i sevmek, yalnızca geçmişi hatırlamak değil; o belleği omuzlayarak bugünü dönüştürmek, yarını inşa etmektir. Oysa İzmir’in bugünü, belleğinin görkemi kadar ağırdır. Deprem, hala kentin en çıplak gerçeğidir. İzmir’i sevmek, Bayraklı’da yıkılmış binaların gölgesinde enkazdan çıkan çocuğun elini bırakmamaktır. “Depremi unutmadık” demek yetmez; çünkü hatırlamak sadece bir söz değil, eylemdir. Hatırlamak, bilimin sesine kulak vermektir. Bayraklı’da yıkılan binaların enkazında kaybettiklerimizi anmak, yalnızca yıllık törenlerde isimlerini okumak değildir. Çoğu zaman yasımızı, sessiz bir yüzleşme ve kalıcı değişim yerine, merasime dönüştürüyoruz. İzmir’i sevmek, felaketin acısını törensel bir ritüele hapsetmek değil; o acıdan bir gelecek inşa etmektir. Siyah kurdeleler, çelenkler, anma törenleri… Hepsi bir gün sonra gündemin tozlu rafına kaldırılıyor. Unutmamak anmak ve aynı güvensiz kolonların altında uykuya dalmak değil; dönüştürmektir. Yas, suskun bir matem olmamalıdır. Eyleme geçen vicdanın olmadığı her yer bana göre riyakardır. Gerçek yas, enkaz başında gözyaşı dökmekle değil, bir daha aynı enkazın yaşanmaması için sorumluluk almaya cesaret etmekle anlam kazanır. İzmir’i sevmek, yalnızca kaybettiklerimizi anmak değil; yaşayanların hayatını kolaylaştırmak, adil ve güvenli bir kent inşa etmektir. Eğer acıyı gerçekten sahipleniyorsak, yaşamın her alanında sorumluluk almak zorundayız. Sorumluluk, yalnızca yıkılan binalarda değil; şehrin damarlarında, yollarında, sokaklarında da gizlidir. İzmir’i sevmek, ulaşım çilesini görmezden gelmemektir. Her sabah İZBAN’ın tıka basa dolu vagonlarında birbirine yaslanmış nefesler, ESHOT duraklarında umutla bekleyip giderek öfkeye dönüşen bakışlar, art arda gelen zamlarla ağırlaşan bir yük gibi omuzlara çöker. Yarım kalan metro hatları, birbirine kavuşamayan bisiklet yolları, otomobil bağımlılığıyla kilitlenmiş caddeler… Bu şehirde yol almak yalnızca mesafe değildir; eşitsizliğin en görünür hâlidir. Çünkü özgürlük, insanca ulaşabilmekle başlar. Özgürlük, nefes alamadığın vagonda, tedirginlikle yürüdüğün sokakta, pedal çevirmeye korktuğun yolda değil; insan onuruna yakışan bir yolculukta vardır. İzmir’i sevmek, o yolculuğu herkes için mümkün kılmaktır. Bu yolculuğun önünü en çok kesen yaralardan biri altyapısızlıktır. Yaz ortasında günlerce süren su kesintileri, kışın her yağmurda göle dönen caddeler, patlayan borular, çöken yollar… Sağanakta botlarla evlerinden tahliye edilen aileler, her fırtınada elektriksiz kalan mahalleler… İzmir’i sevmek, bu kenti geçici pansumanlarla avutmak değil; köklü, kalıcı, insanca bir düzen kurmaktır. Altyapı yalnızca teknik bir mesele değil; yaşam hakkının ta kendisidir: kesilen su, geleceğin kurutulan damarıdır. Çöken yol, şehrin toprağına kazınmış güvensizlik, ayrı bir yaradır. Bu yaraların en derini Körfez’de açılmıştır. Homeros’un mısralarında bir zamanlar mavinin şarkısını söyleyen o deniz, bugün ağır metallerin, atıkların ve keskin kokunun suskun mezarlığına dönmüş durumda. Martılar hâlâ çığlık çığlığa uçuyor, ama artık kanatlarının gölgesi maviye değil, bulanık bir karanlığa düşüyor. Körfez’i sevmek, denize bakıp avunmak değil; onu yeniden diriltmektir. Unutulmamalıdır ki; körfez nefes almadıkça, İzmir’in soluğu hep yarım kalacaktır.
O yarım kalmış nefes yalnızca denizde değil, toprağın bağrında da hissediliyor. İzmir’in geleceği susuzlukla sınanıyor. Tahtalı Barajı’nda günbegün çekilen su, Gediz Nehri’nin taşıdığı zehir, kuruyan Menderes… İklim krizi kenti yakıcı bir sessizliğe mahkûm ediyor. Tire’nin pazarında kaybolan ürün çeşitliliği, Menemen’in sıcağa teslim olmuş tarlaları, Seferihisar’da susuzluktan solgun düşen bahçeler… İzmir’i sevmek, çiftçinin köyünden göç etmediği, tarlasının beton uğruna kurban edilmediği bir gelecek kurmaktır. Sahi toprağını korumayan şehir, kendi çocuklarının gözlerinin içine bakabilir mi?
O gözlerde yalnızca susuz kalan tarlaların değil, yarınsız bırakılmış hayatların da sitemi vardır. Çünkü toprağını kaybeden şehir, aslında insanını da kaybetmeye başlamıştır. İzmir’in ruhu, işte bu kayıpların yükünü taşıyan insan hikâyelerinde saklıdır: Bornova’da kira ödeyemeyen öğrencide, Buca’da iş bulamayan gençte, Karşıyaka’da gece eve dönerken tedirgin yürüyen kadında, Bayraklı’da enkazdan sağ çıkıp hâlâ barınacak ev bulamayan depremzedede, Gaziemir’de zehir soluyan işçide, Aliağa’da toksinlerle baş başa bırakılan mahallelerde… İzmir’i sevmek, yalnızca Kordon’da gün batımına bakmak değil; bu insanların gözlerinin içine bakabilmek, sesini duymak ve değiştirmek için emek vermektir. Bu da güç olanı başarmak için gereken irade ve cesarete sahip olmayı gerektirir. Öyle ya güçlü olanın yanında durmak kolaydır. Asıl mesele, güçsüzün yanında dimdik durabilmektir. İzmir’i sevmek, bir gün işimiz düşer diye kapı beklemek değil; o kapıyı, adaletle, dayanışmayla, emekle herkese açabilmektir. Çünkü İzmir’i sevmek, yalnızca bugüne değil, yüzyılların hafızasına karşı da sorumluluk duymaktır. Her taşında bir iz, her sokağında bir hikâye saklıdır. Bu yüzden İzmir’in ruhu tek sesle değil, çok sesle, tek renk değil, binlerce renk ile var olmuştur. İzmir çokkültürlü bir kimliğin adıdır. Kemeraltı’nda yankılanan Rumca, Ladino, Ermenice, Türkçe; Alsancak’ın çok dilli sokakları… İzmir’i sevmek, bu mirası vitrine koymak değil; eşitlik, adalet ve özgürlük içinde yeniden yaşatmaktır. İzmir daima, farklılıkların bir arada nefes alabildiği umudun adı olmuştur, olmalıdır da...
Her taşında saklı farklılık, her sokağında yaşamış çokluk; bu toprakların özgürlüğe, eşitliğe, adalete dair inancını büyütmüştür. İzmir’in çok renkliliği, Anadolu’nun ortak vicdanına dönüşen bir tecrübedir artık. Bu yüzden İzmir, sadece batıya açılan bir pencere değil; Anadolu’nun vicdanıdır. O vicdana sahip çıkmak, Cumhuriyet’in kazanımlarına, demokrasinin onuruna, bağımsızlığın ağır emanetine sadakattir. İzmir’i sevmek, bir nostalji değil; yaşayan bir sorumluluktur Ah benim selvi boylum ah beni al yazmalı memleketim...Sevgi neydi? Sevgi, emekti. Sevgi, sorumluluktu. Sevgi, değiştirme iradesiydi. İzmir’i sevmek, Kordon’da gün batımını izlemek değil; o gün batımını yarına da taşımaktır. İzmir’i sevmek, Saat Kulesi önünde fotoğraf çektirmek değil; onun temsil ettiği özgürlüğü korumaktır. İzmir’i sevmek, Kültürpark’ın gölgesinde serinlemek değil; o ağaçları torunlarımıza bırakmaktır. İzmir’i sevmek, falcılardan deprem tarihi beklemek değil; bilim insanlarının uyarılarını hayata geçirmek demektir. İzmir’i sevmek, yalnızca bir şehir romantizmi değil; depremle, rantla, kirlilikle, trafikle, kira kriziyle, altyapısızlıkla, güvensizlikle, iklim kriziyle mücadele etmektir.
Sevgi, sözünü tutmayanın ağzında çürür. İzmir, çürüyen sözü değil, direnen iradeyi hatırlar. Güçlüye yaslanıp akıllı geçinen korkakları değil, bedel ödeyenlerin alın terini; sorumluluğu taşıyamayıp yetersizliklerini örtmeye çalışanları değil, üretenlerin emeğini kaydeder belleğine. İzmir’i sevmek, bir hatıra değil, bir hesap meselesidir. İzmir Türkiye’nin belleğidir, vicdanıdır, geleceğidir. Her şehir, kendi İzmir’ini taşır; belleğini inkâr eden şehir ölür Bir gün bu şehir senden hesap soracak: Unuttun mu? Sustun mu? Yoksa değiştirdin mi? İşte o gün belli olacak, gerçekten İzmir’i sevip sevmediğin / aslında bu memleketi sevip sevmediğin...
Yorumlar
Kalan Karakter: