Afyonkarahisar… Üzerinde sabah güneşinin kırdığı sert ışık, altında milyonlarca yılın sabrıyla kristalleşmiş damarlar. Bu şehir, Anadolu’nun jeolojik haritasında beyaz bir imza, tarih atlasında ise altın harflerle yazılmış bir cümledir. 30 Ağustos 1922 sabahı, Kocatepe’nin yamacında yükselen emir, yalnızca askeri bir taarruzun başlangıcı değil, bir milletin onurunun geri alınışıydı. O gün, toprağın üstünde süngüler ilerlerken, toprağın altında milyonlarca yıl boyunca basınca direnen mermer damarları sessizce aynı hakikati fısıldıyordu: Dayanıklılık, zaferin en eski dilidir.
Afyon mermeri, jeolojik olarak başlıca kalsit mineralinden oluşan, yüksek derecede metamorfizmaya uğramış kalkerlerin yeniden kristalleşmesiyle meydana gelir. Bu oluşum süreci, yer kabuğunun milyonlarca yıl boyunca yüksek basınç ve sıcaklık altında attığı imzadır. 2,7 g/cm³ yoğunluğu, %0,1–0,2’lik düşük su emme oranı, 800–1200 kg/cm²’lik basınç dayanımı, homojen kristal yapısı ile hem estetik hem mühendislik açısından dünyanın en kıymetli doğal taşlarından biridir. Afyon White’ın saf beyazı, Afyon Sugar’ın sıcak kremi, Afyon Grey’in soğuk zarafeti… Her biri yalnızca bir renk değil, milyonlarca yılın sabrının tonudur.
Antik dünyada “Docimium” adıyla bilinen bu mermer, Roma İmparatorluğu’nun gözdesidir. Efes’teki Celsus Kütüphanesi’nin cephesinde, Bergama’daki anıtlarda, Roma’daki imparatorluk yapılarında Afyon damarları parıldar. Bizans’ta mimarinin sütunlarını taşırken, Selçuklu ’da mihrap süslemelerini, Osmanlı’da saray avlularını bezer. Her çağda, her kültürde bu taş yalnızca yapı malzemesi değil, bir güç, süreklilik ve zarafet sembolüdür. Bugün New York’un lüks otel lobilerinde, Tokyo’nun metro istasyonlarında, Paris’in müze zeminlerinde yürürken, farkında olmadan Afyon’un milyonlarca yıl öncesine basarız.
İçimi acıtan şudur: Dünyanın dört bir yanına zaferin adını ve taşın zarafetini gönderen bu şehir, kendi kalbinde onu anlatacak tek bir çatıya sahip değildir. Paris’te vitrinlerde ışık yutan, New York’ta adımların altında yankılanan bu taş, doğduğu topraklarda kendi hikâyesini fısıldayacağı bir mekândan yoksundur. Bu yalnızca bir eksiklik değil; kendi kültürüne tutulmamış aynanın acısıdır. Zafer kazanmış bir şehrin, kendi taşının hikâyesini dünyaya kendi sesinden anlatamaması, hafızaya karşı işlenmiş sessiz ve ağır ihanet değil midir?
Oysa Afyon’da kurulacak bir Doğal Taş ve Mermer Müzesi, yalnızca turistik bir cazibe değil; jeoloji, arkeoloji, sanat tarihi ve endüstriyi aynı çatı altında buluşturacak bir hafıza mekânı olurdu. Mermerin milyonlarca yıllık oluşum süreci bilimsel panolarla, antik ve modern kullanım örnekleri gerçek eserlerle, usta–çırak hikâyeleri kayıtlarla anlatılırdı. Böyle bir mekân hem taş ustalarına hem de bu toprakların hafızasına saygının nişanesi olarak memleketime çok yakışırdı.
30 Ağustos’un zaferi ile Afyon mermerinin dayanıklılığı, aynı hikâyenin iki yüzüdür. Biri toprağın üstünde hürriyeti savundu, diğeri toprağın altında milyonlarca yıl direndi. İkisi de bize şunu öğretir: Gerçek zafer, yalnızca kazanmak değil, kazandığını korumaktır. Afyon gibi hem tarih yazmış hem de taşıyla dünyaya iz bırakmış bir şehrin, bu mirası geleceğe taşıyacak bir müzeden mahrum oluşu, yalnızca yerel bir kayıp değil, insanlığın ortak mirasına yapılmış haksızlıktır.
Afyonkarahisar… Memleketimin en sevdiğim köşelerinden biri ... Selam olsun… Kocatepe’nin rüzgârında dalgalanan bayrağın gölgesine, mermer ocaklarının sabah sessizliğine, yüzyılların yükünü taşıyan taş ustalarının ellerine. Bir gün, bu şehrin kalbinde hem zaferin hem taşın hikâyesini anlatan bir müze kapılarını açtığında, dünya bir kez daha anlayacak ki, zafer de taş gibi, ancak korunursa sonsuza dek yaşar.
Yorumlar
Kalan Karakter: