“Ne var bunda?”
Artık masum bir soru değil bu.
Yanlışı sıradanlaştırmanın, çürümeyi görünmez kılmanın en kısa cümlesi.
Pazarda limon alıyorsun.
Tezgâhın arkasında bir kap su…
Limon suya sokulup çıkarılıyor, parlatılıyor.
“Sulu limon” algısı oluşturuluyor.
Veli nimet dediğin ürün, göz boyamayla satılıyor.
Uyardığında cevap hazır:
“Ne var bunda, herkes yapıyor.”
Ekranlara bakıyorsun.
Bazı televizyon programlarında hayatlar sergileniyor.
Çoğu zaman lüks evler, geniş salonlar, rahat sofralar…
Bazen kenar mahalleden kesitler de ekleniyor ama mesele orada da aynı:
Acil gidilmesi gereken uzun mesafeli lokasyonlara,
her defasında ticari taksilerle ulaşılabiliyor.
Hayatın gerçek yükü, maddi sınırlar, imkânsızlıklar pek görünmüyor.
Gerçeklik değil, kurgulanmış bir “normal” sunuluyor.
Eleştirildiğinde savunma tanıdık:
“Ne var bunda, sonuçta program bu.”
Aile ilişkileri, mahremiyet, sınırlar…
Hepsi reyting uğruna esnetiliyor.
Teyze–yeğen, amca–yenge,
istemeden hamilelikler, riskli kürtajlar…
Toplumsal fayda değil, izlenme oranı ölçülüyor.
Ve bu tablo “olağan” kabul ettiriliyor.
2026, birçok STK için seçim yılı.
İşte tam da burada “Ne var bunda?” cümlesi en tehlikeli hâlini alıyor.
Üreten değil, “bizden olan” tercih ediliyor.
Vefa, emek, süreklilik geri plana itiliyor.
Yerel yönetimlerle kurulması gereken ilke temelli iş birlikleri yerine,
kişisel ilişkiler ve geçici yakınlıklar öne çıkıyor.
STK’lar toplum adına denge unsuru olmak yerine,
zaman zaman siyasal ya da kişisel konfor alanına dönüşüyor.
Sorulunca savunma hazır:
“Ne var bunda, herkes kendi ekibiyle çalışıyor.”
Oysa güçlü şehirler,
STK’ların yerel yönetimlere alkış tutmasıyla değil;
gerektiğinde doğruyu hatırlatmasıyla kurulur.
Yerel yönetimler ise STK’ları vitrin süsü olarak değil,
ortak aklın ve şehir vicdanının parçası olarak gördüğünde güçlenir.
Zararlı maddelerle ilişkilerde de tablo farklı değil.
“Satıcı değil, sadece içici” deniliyor.
Zarar ortada ama sorumluluk buharlaşıyor.
Bağımlılık, toplumsal bir sorun olmaktan çıkarılıp
kişisel tercih gibi sunuluyor.
“Ne var bunda, kimseye zorla vermiyor.”
Bir de küçük görünen ama yaygın alışkanlıklar var:
– Trafikte emniyet şeridini kullanan,
– Bisiklet yolu yapıp üstüne çöp tenekesi koyan,
– Yaya yolunu araç parkına açan,
– Kamu malını “zaten devletin” diyerek hoyratça harcayan,
– İşini yapmadan hak talep eden,
– Başkasının emeğini sahiplenen…
Hiçbiri büyük bir skandal gibi görülmüyor.
Çünkü hepsinin arkasında aynı rahat savunma duruyor:
“Ne var bunda?”
Oysa mesele bir şeridin, bir yolun ya da bir tenekenin yeri değil.
Mesele şehir hakkının ciddiye alınıp alınmadığıdır.
Mesele kuralın, planın ve emeğin gerçekten değerli sayılıp sayılmadığıdır.
Şehir kültürü;
binalarla, yollarla, projelerle oluşmaz.
Şehir kültürü,
kuralın istisnaya dönüşmediği yerde başlar.
Emniyet şeridini kullananla,
bisiklet yoluna çöp tenekesi koyan arasındaki fark sanıldığı kadar büyük değildir.
İkisi de şehri ortak yaşam alanı değil,
kişisel konfor alanı olarak görür.
Bir kentte;
planlar uygulanmıyor,
kurallar keyfe göre esniyor,
yanlışlar “Ne var bunda?” cümlesiyle savunuluyorsa
orada sorun asfaltın kalitesi değil,
kültürün çöküşüdür.
Ve şunu bilmek gerekir:
şehirler, büyük hatalarla değil;
küçük hoyratlıkların normalleşmesiyle kaybedilir.
Bugün ses çıkarmadığımız her “küçük” ihlal,
yarın yaşanamaz bir kentin gerekçesi olur.
Çünkü şehir kültürü,
sessiz kalınarak değil;
yanlışa dur denilerek inşa edilir.
Ve tam da bu yüzden,
“Ne var bunda?”
en tehlikeli cümledir.
Yorumlar
Kalan Karakter: