Bir kenti yönetmek,
bir makamı doldurmak değildir.
Bir emaneti taşımayı kabul etmektir.
Çünkü belediye başkanlığı;
yetkiyle gelen bir ayrıcalık değil,
sorumlulukla gelen ağır bir yüktür.
Bugün oturulan koltuklar geçicidir.
Ama alınan kararlar, yapılan tercihler
ve görmezden gelinen sorunlar kalıcıdır.
İşte tam da bu noktada asıl soru ortaya çıkar:
Bu emanet nasıl taşınacaktır?
Kentler büyürken yalnızca nüfusları artmaz;
sorunları, beklentileri ve kırılganlıkları da çoğalır.
Bu nedenle artık şehirlerde yapılan işlerin değeri,
sadece ne yapıldığıyla değil,
nasıl karar verildiğiyle ölçülmektedir.
Bugün birçok şehirde temel ayrım şudur:
Kentler dikey bir anlayışla mı,
yoksa yatay bir akılla mı yönetilmektedir?
Dikey yönetim;
kararların dar bir çevrede alındığı,
önceliklerin yukarıdan belirlendiği
ve vatandaşın çoğu zaman yalnızca sonuçla karşılaştığı bir modeli ifade eder.
Hızlıdır, pratiktir;
ancak kırılgandır.
Çünkü emanet, tek akla yüklenmiştir.
Yatay yönetim ise;
farklı görüşlerin, itirazların ve katkıların sürece dâhil edildiği,
ortak akla dayalı bir yaklaşımı temsil eder.
Daha zahmetlidir;
ama kalıcıdır.
Çünkü emanet paylaşılmıştır.
Emanet bilinci,
“ben yaptım oldu” dememeyi gerektirir.
Hesap verebilmeyi,
eleştiriye kulak vermeyi,
ortak aklı önemsemeyi şart koşar.
Bir kenti tek kişinin doğruları değil,
toplumun ortak vicdanı ayakta tutar.
Bu anlayış, şehir planlarından bütçeye,
kamusal alanlardan altyapı yatırımlarına kadar
her başlıkta kendini gösterir.
Belediye bütçesi de bir emanettir.
Şehir planları da.
Kamusal alanlar da.
Bugün verilen her kararın,
yarın bu kentin çocuklarının önüne çıkacağını bilmek
emanet bilincinin ilk şartıdır.
Akıllı şehir yaklaşımı da tam bu noktada sıklıkla yanlış anlaşılır.
Akıllı şehir;
yalnızca sensörler, yazılımlar ya da dijital paneller değildir.
Uluslararası kabul gören çerçevelerde bu alan;
çok sayıda uygulama başlığı ve yönetişim boyutuyla ele alınır.
Ancak bu başlıkların tamamında ortak bir ön koşul vardır:
Katılımcılık.
Verim, başarı ve sürdürülebilirlik;
sadece teknik kapasiteyle değil,
sahiplenmeyle sağlanır.
Sahiplenme ise ancak sürece dâhil olmakla mümkündür.
Sivil toplumun, meslek odalarının, akademinin
ve farklı düşünen seslerin dışarıda bırakıldığı her model
emaneti eksik taşır.
Yatay yönetim,
muhalif görünen seslerden korkmaz.
Aksine, onları sürecin doğal parçası olarak kabul eder.
Çünkü kent aklı;
yalnızca onaylayanlardan değil,
soranlardan ve itiraz edenlerden de beslenir.
İtiraz, doğru yönetildiğinde
riski değil, kaliteyi artırır.
Görev süresi bittiğinde
şehirle yüz yüze bakabilmek,
sokakta başı öne eğmemek,
“elimden geleni yaptım” diyebilmek
ancak bu anlayışla mümkündür.
Emanet duygusu olmayan yönetimler
günü kurtarır.
Emanet bilinci olanlar ise
şehrin geleceğini korur.
Sonuçta mesele şudur:
Kentleri yukarıdan izleyerek mi yöneteceğiz,
yoksa yan yana durarak mı inşa edeceğiz?
Çünkü kentler;
yüksek sesle konuşanlardan değil,
emaneti sessizce ve birlikte taşıyanlardan güç alır.
Ve unutulmamalıdır:
Bu şehir bize ait değildir.
Biz, bu şehre emanetiz.
Yorumlar
Kalan Karakter: