Grace Mary Ellison, Mustafa Kemal Paşa’nın “âdetâ câsûs” dediği bir İngiliz gazetecidir. Bu gazetecinin Osmanlı döneminde II. Abdülhamit Han, V. Sultan Mehmet Reşat ayrıca birçok Osmanlı devlet adamı ve ailesi ile görüştüğü bilinmektedir. Bu dönemde Osmanlı Harem’i ile ilgili eserler vermiştir. Kadın hakları savunucu olmuş ve Türklerin güvenini kazanmıştır. Millî Mücadele sırasında 1922 yılında Ankara'ya girebilen tek İngiliz gazetecidir. Lozan görüşmeleri sırasında Mustafa Kemal Paşa ile röportajı gazetesinde farklı yayınlandığı için yazıları tekzip almıştır. Mustafa Kemal Paşa, günlüklerinde kendisinden bahsederek onu “adeta ajan” olarak tanımlamıştır. Grace M. Ellison, “Bugünkü Türkiye” kitabında ise Mustafa Kemal Paşa'nın “Benim bir dinim yok; bazen tüm dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum.” ifadesini kullandığını iddia etmektedir. Eserleri ve kişisel bağlantılarının dikkatlice incelenmesi sonucu İngiliz istihbaratına çalışan bir casus olduğu anlaşılmaktadır. Bu çalışmanın amacı Grace Mary Elllison'ın Türklerin dostluğunu kazanarak yahut kendisini Türk dostu izlenimi vererek bu duyguyu nasıl suiistimal ettiğini ve Mustafa Kemal Atatürk’e iftira attığını göstermektir.
Anahtar Kelimeler: Mustafa Kemal Atatürk, Grace M. Ellison, Adeta Casus, Bugünkü Türkiye
THE BRITISH “AGENT” JOURNALIST GRACE MARY ELLISON
Abstract
Grace Mary Ellison was a British journalist whom Mustafa Kemal Pasha called like agent. It is known that she met with Sultan Abdulhamid II, Sultan Mehmet V, and many Ottoman statesmen and families during the Ottoman period. During this period, she published works on the Ottoman Harem. She championed women's rights and earned the trust of the Turks. She was the only British journalist to enter Ankara in 1922 during the Turkish War of Independence. Her interview with Mustafa Kemal Pasha during the Lausanne negotiations was retracted because her newspaper published it incorrectly. Mustafa Kemal Pasha noted her in her diaries, describing her as an agent. In her book "Turkey Today," Grace M. Ellison claims that Mustafa Kemal Pasha used the phrase, “I have no religion; and at times I wish all religions at the bottom of the sea”. A careful examination of her works and personal connections reveals that she was a spy working for British intelligence. The purpose of this study is to demonstrate how Grace Mary Ellison exploited the Turks' friendship, either by winning them over or by giving the impression of being a Turk-friendly, and by slandering Mustafa Kemal Atatürk.
Keywords: Mustafa Kemal Atatürk, Grace M. Ellison, like agent, Turkey To-Day
БРИТАНСКАЯ ЖУРНАЛИСТКА-«АГЕНТ» ГРЕЙС МЭРИ ЭЛЛИСОН
Аннотация
Грейс Мэри Эллисон была британской журналисткой, которую Мустафа Кемаль-паша называл своим агентом. Известно, что она встречалась с султаном Абдул-Хамидом II, султаном Мехмедом V и многими османскими государственными деятелями и семьями в период Османской империи. В этот период она опубликовала работы об османском гареме. Она отстаивала права женщин и заслужила доверие турок. Она была единственной британской журналисткой, въехавшей в Анкару в 1922 году во время Турецкой войны за независимость. Её интервью с Мустафой Кемалем-пашой во время переговоров в Лозанне было отозвано, поскольку её газета опубликовала его с ошибкой. Мустафа Кемаль-паша упоминал её в своих дневниках, называя агентом. В своей книге «Турция сегодня» Грейс М. Эллисон утверждает, что Мустафа Кемаль-паша использовал фразу: «У меня нет религии; и порой мне хотелось бы, чтобы все религии оказались на дне моря». Внимательное изучение её работ и личных связей показывает, что она была шпионкой, работавшей на британскую разведку. Цель данного исследования — продемонстрировать, как Грейс Мэри Эллисон эксплуатировала дружбу турок, либо завоёвывая их расположение, либо создавая видимость благосклонности к туркам, и клеветая на Мустафу Кемаля Ататюрка.
Ключевые слова: Мустафа Кемаль Ататюрк, Грейс М. Эллисон, агент-аналог, Turkey To-Day
Giriş
İstanbul’da İngiliz Cellâdına Âşık Olmak (İngiliz Hayranlığı)
Rıza Nur kendisini anlattığı II. Meşrutiyet ilanı ile ilgili bölümde Hayat ve Hatıratım adlı eserinin I. Cildinde İngiliz hayranlığını şu satırlarla ifade etmektedir: Süratle ve sessizce ilerledik. Üsküdar iskelesine geldik. Derhal araba vapurunu istila ettik. Kaptana derhal hareket emrini verdim. Bu vapur Beşiktaş'a uğrarmış; "Olmaz" dedim. Bu vapu¬run iskelesi Sirkeci'dedir, Doğru köprüye, Kadıköy iskelesi tara¬fına yanaştırdım. Köprüye çıktık. Galata tarafına yürüdük. Ahali etrafımıza üşüştü. Meydana gelince Tring mağazası önünde bir araba tıkılmış, kalabalıktan gidemerniş duruyordu; der¬hal üstüne çıktım, bir nutuk verdim. Alkış, bağırışma, kıya¬met koptu; fakat ne dediğimden bir kelime bile bilmiyorum. Kendimi kaybederek söylemişim demek. Ağzıma geleni söyle¬mişim olsa gerek. Talebeden, ahaliden birkaç kişi beni tutup omuzlarına aldılar. Nereye dediler."Beyoğlu'na, İngiliz sefa¬rethanesine" dedim. Domuz Sokağı'ndan yürüdük. Artık ben, talebe ahali deli gibi olmuş, bağırıyorduk. Arasıra nutuk söylüyordum. Tramvay yolundan İngiliz sefarethanesine ka¬dar geldik. İçeriye girdik benim zorum buraya gelmek, İngi¬lizler'in Türk milletine yardımını istemekti. Abdülhamit Meşrutiyet'i yapmaz diye korkuyordum. Zannediyordum ki, İngiltere bize yardım eder, Meşrutiyet'i yaptırır. Gece rnek¬tepte bu babta bir de nutuk hazırlamıştım avucumdaydı . Onu okudum. İngiltere'ye Türk'ün dostluğu ve duasını söylüyordum. Di-yordum ki "Dünyanın denizlerini İngiliz donanması doldur¬sun sonra da İngiltere Türk'ün hürriyetine yardım etsin." te¬mennisiydi. Bu nutku okudum ve sefarethaneye teslim ettim. Otuz yaşımda, doktor, profesördüm ama ne saf çocukmuşum. Bir devlete böyle bir dua ile yardım ediverirler mi? Bütün Türk milleti işte böyle saf, cahil ve dünyadan bihaberdik. Oradan çık¬tık; cadde-i kebire girdik. Bunu haber alan Alman ve Fransız sefarethaneleri de "Bize de gelsinler" diye haber gönderdiler. Kabul etmedim. Nutkuma, bağırmalarımıza devam ediyorduk. Bayrağın bir ucu yaya kaldırımının birinde diğer ucu değirindey¬di. Sokak hıncahınç. Her tarafta herkes pencerelere dolmuş, üstü¬müze çiçek atıyor, lavantalar serpiyorlardı. Bir Alman gazetesi burada iki resim almış, Almanya'da basılmış, bana göndermiş¬lerdi. Bunlar Sinop'ta kütüphanededir. Bu manzaralar, müthiş ka¬labalığı gösterir. Ben hâlâ talebenin omuzundayım. Daima terliyordum. Nu¬tuktan ağzım kuruyor, su istiyordum. O aralık Abdülhamit tü¬fenkçiler ile sakallı Mahmud Paşa'yı göndermiş. Bunlar beni vurmak istemişler. Benim haberim yok. Talebe etrafıma kendile¬rinden geniş bir halka yaptılar; oraya kimseyi sokmuyorlardı. Sonra beni zehirlernek istemişler. Talebeden bir tanesi bir testi ve bir bardak almış, yanımda duruyor, suyu o veriyordu. Hariçten bi¬ri su ve limonata getirse onu bana içirtmiyordu. İnsan böyle tale¬beye güvenebilir. Maksadım gidip harbiye talebesini almaktı. Bu fikrimi anla¬yınca orayı hükümet bir iki taburla muhasara ettirmiş. Bir bela çı¬kacağından korkanlar beni döndürmek için zorladılar nihayet ik¬na ettiler. Bu zorlayanların başında göz hekimi Esat Paşa vardı. Bu işi haber alınca oraya gelmişmiş. Alayın bir ucu Cadde-i Ke¬bir'de idi, bir ucu hâlâ Galatasaray'daymış. Herkes doluyordu. Döndük, akşam da olmuştu, dağıldık. Üzerimde yeni bir askeri ce¬ketim vardı. O kadar terlemiştim ki ertesi günü kazık gibi olmuştu, bir daha giyemedim. Sesim de kısılmıştı tam on beş gün açılmadı. Bunlara dair bir makale yazıp Tercüman-ı Hakikat gazetesiyle neşrettim .
İşte bu uzun Temmuz gününde sabahtan akşama kadar dört tıbbiye talebesinin omuzunda gezdim. Bir düziye yorulanı değiş¬tiriyorlardı. Nümayiş bittiği vakit karanlık çökmüştü. Galata köprü başında beni indirdiler. O vakte kadar duymamıştım. İnince ye¬re basamadım. Ayaklarım uyuşmuştu. Bir müddet koltuğuma gir¬diler. Ertesi günü bu nümayişler çoğaldı. Herkes bir bayrakla so¬kağa fırladı. İstanbul bir hafta çalkalandı. Abdülhamit bu nümay¬lişlerden İstanbul ahalisinin de Selanik'tekilerle bir olduğunu zan¬nedip korktu. Meşrutiyet yerleşti. Halbuki onun niyeti hiç böyle değilmiş. Bu nümayişler olmasaydı iş güçmüş .
Mithat paşa’nın oğlu Ali Haydar Mithat 1908 de II. Meşrutiyet’in ilanı ile ilgili olarak Hatıralarım isimli eserinin “Meşrutiyetin ilanı ve İstanbul’a avdetim” bölümünde aşağıdaki satırları yazmaktadır. İngiliz Sefiri Sir G. Lowther (Lawter)in de arkadaşı olan Ali Haydar Mithat şu acı tabloyu gördüğü şekliyle aktarır: “Meşrutiyetin ilk günlerinde, halkın İngilizlere gösterdiği muhabbet ve dostluk tezahürleri, Alman Sefirini oldukça düşündüren bir keyfiyet olmuştu. Halk, İngiliz Sefiri Sir G. Lawter’in arabasının hayvanlarını sökerek, arabayı, ta Sefarethaneye kadar bizzat çektikleri zaman, Alman siyasetinin Türkiye’de iflas ettiğine hükmedenler olmuştu. İngilizlere karşı bu kadar sevgi izhar olunurken, Abdülhamit, Almanlara dostluk gösterdi diye, Almanlar aleyhinde nümayişler yapılıyor ve gazetelerde Baron Marşal’ın istibdat devrindeki hareket ve hizmeti hakkında imalar eksik olmuyordu” . Bu utanç verici tablo bizzat kendisinin tanığı gazeteci Ahmet İhsan (Tokgöz)’ün “Matbuat Hatıralarım” başlıklı kitabında da benzer ifadelerle geçmektedir: “1908 Temmuzu’nun 23. günü İstanbul’da bulunma¬yan İngiliz Sefiri Lowther’in şehrimize döndüğü zaman Sirkeci istasyonunu baştanbaşa doldurmuştuk. Büyükelçi¬yi candan ve gönülden alkışlıyorduk. Nihayet coşkulu gençler büyükelçinin arabasını çeken atları söktüler, ara¬bayı kendi kollarıyla çektilerdi. Bu fıkrayı yazmaktaki mak¬sadım, Meşrutiyetin ilanına kadar Türk aydınlarının siyasi meylini ve düşüncesini göstermek içindir ”.
Öyle ki, kendisinin hiç beklemediği bu araba çekme olayından İngiliz büyükelçisi bile şaşırıp kalmış, neye uğ¬radığını bilememiş, aynı gün bu olayla ilgili olarak Lond¬ra'ya çektiği telgrafında, kendisine yapılan bu beklenme¬dik davranıştan hayretler içinde kaldığından bahisle, ara¬basını çeken Jön Türkleri: “Politik tecrübeden yoksun, aralarında birlik bulunmayan iyi niyetli çocuklar topluluğu” ifadelerini kullanarak tasvir etmişti ”.
Grace Mary Ellison Osmanlı’daki İngiliz hayranlığını ve İngiliz Sefirinin at arabasının Türk gençleri tarafından çekilmesini şu şekilde özetlemektedir:
1906 yılında ilk olarak Pierre Loti'nin kitaplarındaki ka¬dın kahramanlarından Zeynep ve Melek'le tanıştım, çok geç¬meden yakın arkadaş olduk . Onların gözü pekçe kaçışlarının öyküsü beni heyecanlandırdı. Babaları Abdülhamit'in nazır¬larından biriydi... Saatlerce bana harem hayatını, bilhassa sultanı ve “Ab¬dühamit yönetimindeki” dehşeti canlı bir biçimde anlatırken kendimden geçerdim. Bu akıllı müstebitin idaresinde Türkler, Hristiyanların kaybettiğinin yüz mislini kaybetmiştir. Arna¬vutluk'ta askeri birlikler toptan yok edilmiştir; Yemene as¬kerler gönderilmiş ve orada unutulmuştur. Nazırlar aniden öl¬müşler, nazırların aileleri toptan kaybolmuşlardır. Avrupa, Türkleri ko¬valamak istemiştir, kısmen de Hıristiyan Ermeniler, Abdül¬hamit'in yönetiminden zarar görmüşlerdir.
Zeynep ve Melek'in ayrılışından sonra, babaları aniden öldü. Ben İstanbul'dayken dul kalmış annelerini avutmak için elimden geleni yaptımsa da, o beni kızlarını çalan biri olarak görmekte direnmiştir. Açıklama ve savunmalarımı dinlemedi. Daha o zamanlar gelen ihtilalı (Jön Türk İhtilalı) biliyordum. Nerede, ne zaman toplantıların yapıldığını, gizli örgüt üyelerinin kimler olduğunu hangi arkadaşlarının hapishaneden kaçırılacağını v.s. gibi ... 1905'de Meşrutiyet ilan edildiği zaman bütün dünya şaşırmış ve ben de sanki benim ülkem hürriyete ka¬vuşmuş gibi sevinmiştim.
Bu büyük önemli günlerde günlerde, yine şansıma İstanbul'daydım. Bir¬kaç yıl öncesinin gizli müstebitlerinin Pera (Beyoğlu) sokak¬larında sürüklendiklerini gördüm; parlamentonun (Meclisi Mebusan) açılışında oradaydım. Sultan Abdülhamit ve Baş¬veziri Kamil Paşa'yla tanıştırıldım ”.
Vezirin güzel kızı çok geçmeden en yakın arkadaşım oldu ve bana ondan sonraki ziyaretlerimde ev sahibeliği yaptı. Hatta bir keresinde, Abdülhamit'ten sonraki Padişah V. Mehmet’e (Reşat) benden “İngiliz kız kardeşi” diye söz etmiş. Ve Sultan da “Kamil Paşa'nın İngiliz çocukları olduğunu bilmiyordum.” diye karşılık vermiş. Zavallı adam ... Düzinelerce Türk karısı vardı. Sultan Hamit'in düşüşü bana ilk olarak Türkiye'nin İngiltere'yi ne kadar çok sevdiğini, İngiliz dostluğu için neleri vermeye hazır olduğunu öğretti. Bizim elçimiz, rahmetli G. Lowther'in İstanbul'a muzafferane girişine, onu taşıyan arabasının atlarından ayrılıp elçiliğe Türkler tarafından taşınmasına tanık olmuştum. Abdülhamit bir yandan ülkeyi, Almanlarla dostluğa götürürken genç Türkiye de kendini Büyük Britanya'nın ayaklarına atıyordu .
Neden biz gereken ilgiyi göstermedik? Yazık ki bizim elçimiz ve onun Fransız meslektaşı M. Constant açıkça zorba Abdülhamit'i yeğ tuttular. Onların söyledikleri genç Türklerin duygu ve gururlarını incitti: Dediler ki “İstanbul'u ziyaret edenler iki sınıfa ayrılır: Pisliği ve sefaleti sevenler (ben onlardan biriydim) ve sevmeyenler.” Elbette ki Almanlar, bizim aptallığımızın ve kabalığımızın meyvelerini toplayacaklardı. Bizim bilmemiz gereken şey, Almanya'nın en iyi diplomatlarını İstanbul'a göndereceğiydi: Mareşal Von Bleberstein ve onun yardımcısı Dr. W - genç Türkleri teselli etmek fırsatını kaçırmadılar. Bunun onlara sağlayacağı faydayı biz önceden görmeliydik. Balkan savaşından sonra yenik Türkiye'ye bir ziyaret daha yaptım. Bu sefer İstanbul'daki Türk kız kardeşimin konuğuydum. Babası, o sırada Kıbrıs'a sürülmüştü ve orada ölmüştü. Bu şartlar içinde bizim elçimiz, Sir Louis Mallet'i pek sık göremezdim . Elçilikte ve başka yerlerde, Britanya'nın Türkiye'nin tekrar ayağa kalkmasında yardımı konusunda yaptığım bütün ricalara hep aynı budalaca karşılığı aldım: “Rusya'yı kurban edemeyiz.” Yine de, Londra'ya döndüğümde “Türkiye hareminde bir İngiliz kadını” kitabını bastırdım. (Bu kitap Doğu'da çok satılmıştır.) Biz Türkiye'yi sevenler, hükümete meydan okumaya karar verdik ve bu amaçla Osmanlı Derneğini kurduk .
Çok uzun yolculukları göze alan yahut görevlendirilen Grace M. Ellison, “Savaş başladığı zaman, Türkiye’ye, Anadolu’ya oradan İran ve Hindistan’a doğru gitmek için Berlin’e henüz varmıştım ” demektedir. İngiliz İmparatorluğu ve hedeflerini kapsayan coğrafya onun çalışma alanıdır. Özellikle de bu alan Osmanlı Devletidir. II. Meşrutiyet öncesi Sarayla ve hükümetteki bakanların aileleri ile yakın ilişkilerde bulunmuş ve ihtilalin ayak seslerini bir İngiliz gazeteci olarak duymuştur(!). İngiliz İmparatorluğunun menfaatlerinin olduğu her ülkeyi rahat bir şekilde iletişim kabiliyeti sayesinde gezerek haber toplamış devlet adamları, onların aileleri ve aydınlar ile görüşmeler yapmıştır. Bu çalışmanın amacı Grace Mary Elllison'ın Türklerin dostluğunu kazanarak yahut kendisini Türk dostu izlenimi vererek Türk Milletinin misafirperverliği ve güvenini nasıl suiistimal ettiğini üstelik Mustafa Kemal Atatürk’e iftira attığını göstermektir. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın onun için “adeta casus” tespiti çerçevesinde Grace M. Ellison’un gazeteci olduğu kadar İngiliz İstihbarat Servisi’ne hizmet eden bir özgeçmişe sahip olduğunu irdelemektir.
Bir Câsûs (âdetâ)’un Marifetleri
Grace Mary Ellison (1880-1935), Türkiye’ye Osmanlı Dönemi, Kuvay-i Milliye öncesi ve sonrasında defalarca gelmiş (âdetâ) İngiliz casusudur. II. Abdülhamid Han, Sultan V. Mehmet Reşad ve Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüş üst düzey birçok yönetici ve ailesi ile arkadaşlık bağları kurmuştur. Kendisini sevdirmiş dolayısıyla şahsına bu gezilerinde büyük kolaylıklar gösterilmiştir. Kullandığı üslûp diğer casuslardan değişik olduğu için Osmanlı Döneminde fark edilememiştir. Grace Mary Ellison’un casus olabileceğine ilk defa dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Lozan görüşmeleri sırasında Grace M. Ellison’un Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı röportajı (22 Aralık 1922) gazetesi Morning Post’ta değiştirilmiş yayınlaması üzerine Ankara Hükümetinin tepkisini çekmiştir. Anadolu Ajansı bu resmi tekzibi yayınlanmıştır:
İNGİLİZ GAZETECİ GRACE M. ELLISON’LA MÜLAKAT*
(22 ARALIK 1922)
Lozan’da konferans toplandıktan hemen sonra Gazi M. Kemal Paşa bana şu gö¬rüşmeyi lütfetti.
-Kamuoyunun Türklerin aleyhine çevrilmesinde Büyük Millet Meclisi'nin tavrının mesuliyeti, eğer varsa, ne ölçüdedir?
* Grace Ellison, An Englishwoman in Angora, E.P. Dutton and Company, New York, (basım yılı belirtil¬memiş; önsözü "Ocak 1923" tarihli), s.l74-178'deki İngilizce metin Lale Akalın tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Kitabın Türkçe basımı için bkz.Grace Mary Ellison, Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuva-i Mil¬lîye Ankarası, Çeviren: İbrahim S. Turek, Milliyet Yayınları, Ocak 1973, s.171-175. Ayrıca bkz. Ata¬türk'ün Söylev ve Demeşleri Tamim ve Telgrafları V, Hazırlayanlar: Sadi Borak-Dr. Utkan Kocatürk, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1972, s.96-97; Morning Post, 22 Aralık 1922.
Kaynakta mülakatın tarihi bulunmamakta, ancak "Lozan'da konferans toplandıktan hemen sonra'' yapıl¬dığı belirtilmektedir. Lozan Konferansı 20 Kasım 1922'de toplanmıştır. Mülakatla ilgili makale Morning Post'un 22 Aralık 1922 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Bu mülakatla ilgili olarak Morning Postta yayımlanan makale hakkında Vakit'te şu haber ve tekzip ya¬yımlanmıştır:
"MorningPost gazetesi, Ankara'ya gelen muhabiri ile Mustafa Kemal Paşa arasında cereyan eden bir mülakatı yayımlıyor. Muhabirin rivayetine göre Mustafa Kemal Paşa İngiltere ile münasebetle¬rimiz hakkında şu beyanatta bulunmuştur:
"'Hiç şüphe etmiyorum ki, günün birinde İngiltere ile Türkiya arasındaki ananevi dostluğa dönece¬ğiz. Buna karşı hiçbir engel göremiyorum. Yegâne arzumuz bağımsızlığımıza riayet edilmesinden ibarettir. Yabancılardan nefret ettiğimiz hakkındaki rivayet esassızdır. Bizde bu gibi hisler yoktur. Ben hükümet tarafından işlenen hatalardan dolayı o hükümetin ait bulunduğu millete düşmanlık besleyecek bir adam değilim. Bonar-Law hükümeti hakkında henüz bir şey söyleyemem. Muhafa¬zakâr hükümetin ne suretle hareket edeceğini görmeyi tercih ederim Arzumuz gerek İngiltere ile gerek diğer devletlerle dostane münasebetlere girişmektir.'
"Morning Post bu mülakat münasebetiyle yazdığı bir makalede İngiltere dostluğunun bizim için ta¬şıyacağı menfaatları sayarak Lord Curzon'un Londra'da Türkler hakkında dostane bir meslek takip ettiğine bizi inandırmaya çalışıyor. Eğer Lord Curzon'un hareketleri bu iddiayı tekzip edecek ma¬hiyetle olmasaydı Morning Post'a inanırdık.
"Morning Post’un Mülakatını Tekzip
"Ankara. 25 Kânunuevvel (25 Aralık) (AA) - Şark gazetesinin 22 Kânunuevvel (22 Aralık) tarihi ile Londra’dan aldığı bir telgrafnamede Morning Post muhabirinin Gazi Kemal Paşa Hazretleri'yle icra ettiği mülakattan bahsolunmakta ve Paşa Hazretleri'nin İngiltere ile dostane münasebetlere başlamak lüzumunu beyan ederken güya Türkiya’nın bulunduğu vaziyet pek müşkül olduğundan, bir an evvel iyi neticeye ulaşmak hakkında temennilerde bulunduğu ilave edilmekledir. Anadolu Ajansı bu müla¬katın tamamıyla asıl ve esastan uzak ve imkânsız olduğunu beyan ile keyfiyetin tekzibine mezundur."
Bkz. Vakit, 27 Aralık 1922, No: 1811, s.2. Eski yazı metin Ahmet Hezarfen tarafından okunmuştur. (Belge. 1)Aynı konuda İkdam’da şu haber yayınlanmıştı:
"Mustafa Kemal Paşa'nın Bir İngiliz Muhabirine Vaki Beyanatı
Nasıl Tahrif Edilerek Yazılmıştır
"Geçenlerde Morning Post gazetesinin Anadolu muhabirine Mustafa Kemal Paşa tarafından vuku bulan beyanatını belirtilen gazeteden tercüme etmiştik. Anadolu Ajansı ise yayımlanan beyanatın ba¬zı noktalarının gayri vaki olduğunu bildirmişti. Morning Post'ta en ziyade dikkat çeken fıkra şu idi:
“Bizim memleketimizi imar için barışa muhtaç olduğumuz aşikârdır. Esas mesele daha süratle hal¬ledilmek lazımdı. Teferruatı tanzim için vakit geçecektir. Vaziyetimizin vehameti hayati meselele¬rin seri olarak hallini gerektirmektedir.”
“Anadolu Ajansı'nın tekzibi üzerine Morning Post gazetesinin Mustafa Kemal Paşa ile görüşen ve şu anda şehrimizde bulunan nıuhabiresi Mis. Grace Ellison aşağıdaki sözleri söylemiştir:
“-Morning Post'un kendisine gönderdiğim beyanata uymayan yayınından üzgünüm. Ben, Mustafa Kemal Paşa'nın beyanatı olarak gazeteme şu satırları yazmıştım:
“-Konferans çok hararetli devam edecektir. Fakat her halde bize barış verecektir. Bu hususta hiç¬bir şüpheye mahal yoktur. Müttefik devletler bizim taleplerimizin meşruiyetini görüyorlar. Kendi¬leri bizden bağımsızlığımıza aykırı barış şartlarını kabul etmemizi istemezler. Biz bağımsızlığımız için üç buçuk senedir fevkalade bir fedakârlıkla çalıştık. Dolayısıyla harp halinin daha ziyade de¬vam etmeyeceğini ümit ederim.
“Türkiya Büyük Millet Meclisi hükümeti barışı samimiyetle arzu etmektedir. Memleketimizin ima¬rı için barışa muhtaç olduğumuzu herkes anlayabilir.'
“İşte Mustafa Kemal Paşa'nın bana söyledikleri bundan ibarettir. Ben bu beyanatı Londra'ya gönde¬rilmek üzere Morning Post'un İstanbul'daki daimi Muhabiri Mösyö Kirk'e ve Orient News'in başya¬zarına vermiştim. Ne yazık ki, makalelerimin daima değiştirildiğini görüyorum. Ben on beş seneden beri Türk dostuyum. Mustafa Kemal Paşa'nın söylemediği bir şeyi yazmayacağım muhakkaktır. Londra'ya dönüşümde Ankara'daki gözlemlerim hakkında bir kitap telif edecek ve istediğimi kayıt¬sız yazacağım. Anadolu hükümeti herhangi bir millet için iftihar konusu olacak şekilde demokrattır.
“Bu idare Türkiya'ya büyük faydalar verebilecektir. Londra'ya dönüşümde gerek yazılarımda gerek vereceğim konferanslarda bütün bunları anlatacağım .”(Belge. 2)
Belge 1. Vakit Gazetesi 1922 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerini çarpıtan İngiliz Ajanı gazeteci Grace Ellison’ın Tekzip edilmesi .
Belge. 2. İkdam Gazetesi 1922 yılında Grace Ellison’ın Mustafa Kemal Paşa ile Röportajındaki sözlerinin çarpıtıldığı Savunması .
Grace Ellison kendisinin (!) yahut gazetesinin yaptığı sözde hatayı(!) telafi edebilmek için M. Kemal Paşa ile yeni bir röportajı Morning Post gazetesine göndermiştir. Bu mülakat 23 Ocak 1923 tarihinde Vakit’te yayınlanmıştır:
MORNING POST YAZARI GRACE ELLISON'A DEMEÇ
(23 OCAK 1923)
Miss Grace Ellison Morning Post gazetesine Mustafa Kemal Paşa hakkında pek övücü bir makale yazmıştır. Ankara'da icra ettiği bir mülakat münasebetiyle Paşa Hazretleri’nin şahsını, Çankaya'daki köşklerini pek teveccühlü bir kalemle tasvir edi¬yor. Paşanın tevazuu, sadeliği, her sözünün açık ve samimi olması, her nevi blöften kaçınması hakkında hararetli kelimeler kullanıyor ve Türk milletini ve Türk idareci¬lerini anlâmadığından ve bizi bundan etkilenir zannettiğinden dolayı Loyd Corc'a (Lloyd George) şiddetli taarruzlarda bulunarak eski başvekilin hataları neticesinde Türklerin bugün¬kü İngiliz kabinesine de emniyet etmemesine teessüf ediyor.
Miss Ellison, Paşanın kitapları arasında Napolyon'a dair bir eser görmüş ve Paşa'nın Napolyon'a merakı olduğunu farz ederek şu zeminde konuşmaya girişmiştir ?
-Size sadece ihtişamlı zaferiniz hakkında tebriklerimi sunmak yerine “küçük Korsikalı” ile ilgili bir kitap getirmeyi neden akıl etmediğime pişman oldum.
-Lütfen, böyle bir şey sakın düşünmeyin. O beni büyük bir general olarak ilgilendiriyor, ancak...
-ilginizin neredeyse hürmete vardığını farz etmiştim, veya öyle söylendi.
-Ne garip şayia! Ben tabii olarak bütün büyük strateji uzmanlarını inceliyorum; fakat Sakarya'yı Austerlitz ile kıyaslamak muhakkak ki büyük bir iltifat değildir.
Bu etkili açıklamadan önemli ölçüde irkildiğimi itiraf etmeme rağmen, bana savaştan birkaç yıl önce Mösyö Clemenceau ile konuşmamı hatırlattı.
-Clemenceau bana, Lord Rosebery'nin Napolyon'a hararetli hayranlığının kendi siyasi kariyeri üzerinde neredeyse leke olduğunu anlatmıştı. "Bu mağrur bencilin büyüklüğü nerededir?" diye sordu ünlü Fransız. "Ben kendimi şu basit sebepten dolayı ondan yüz kat daha büyük olarak görüyorum: Napolyon iktidardan indiğinde sonsuza kadar düştü. Eğer ben veya benim memleketim düşerse, o zaman ben en büyük ve en iyi durumda olurum."
M. Kemal, bu Galyalı övünmesine saygı duyarak gülümseyebilmesine rağmen, kendi eleştirisini çok daha sakin ifade etti:
-Napolyon birinci sıraya ihtirası koyardı. Kendisi için mücadele etti, "dava" için değil; hezimet kaçınılmazdı.
Mustafa Kemal'i dinlerken, bir yandan donmuş el ve ayaklarımı odun ateşinde ısıtmam için yaptığı nazik çağrıyı değerlendiriyorum ve diğer yandan, dünyanın daha kırkını bile aşmamış, en büyük generallerinden birinden bu özel konferansı din¬leme fırsatı için, nice "akıllı asker" benim yerimde bulunmak için neler vermezdi diye merak ediyorum.
-Başarınızdan hiç şüphe ettiğiniz oldu mu?
-Hayır, asla. Bütün gelişmeyi; sonunda da böyle bir neticeye varacağını, en ba¬şından -elimizde hiçbir harp levazımı bulunmadığı zaman bile- görmüştüm. Gecik¬tik; kan dökülmesini ve harabiyeti önlemek için. Fethi Bey'i Londra'ya son bir çare olarak gönderdik; çünkü biz kanla değil, mürekkeple imzalanan bir barış istiyorduk .
Turkey To-Day (Bugünkü Türkiye)
Atatürk'ün sözlerini çarpıtmakla vazifeli olan gazeteci Grace M. Ellison Türkiye'ye yaptığı beşinci ziyaretin sonucunda Turkey To-Day (1928) adlı kitabı ortaya çıktı. Turkey To-Day kitabında yine Atatürk’ün ağzından söylemediği sözleri konuşmuş gibi gösterme alışkanlığından vazgeçmedi. 1926-1927 yılları arasındaki seyahatini söz konusu ettiği kitabını 1928 yılında bastırmıştır. Ancak Mustafa Kemal Paşa ile röportajının tam tarihî gösterilmemiştir. Atatürk Özel Kütüphanesi’ nde bu kitap bulunmaktadır. Bu kitapta bahsi geçen röportaj ise Türk kaynaklarında yoktur. Yahut bu beyanatta Mustafa Kemal Paşa’nın söylediklerine farklı cümleler eklenmiştir. Grace M. Ellison birçok eserinde yaptığı gibi kendi düşüncelerini tecrübeleriyle de birleştirerek kahramanlarına konuşturmaktadır. İddia ettiği röportaj da tam da bu yöntemle kurgulanmıştır. Şu cümleler kayıtlarda olmamasına rağmen Paşa’nın düşüncesine bir parça uygundur: “Tüm, bu saçmalık sona erecek. Haremler, peçeler, kafes pencereler ve Bizans'tan kalma tüm gerici sapkınlıklar, geçmiş ve gitmesi gereken bir çağa aittir. Nüfusun yarısı kölelik altındayken nasıl mükemmel bir demokrasi kurabiliriz? İki yıl içinde her kadının yüzü açık olacak ve erkeklerle yan yana çalışacak; erkekler de şapka takacak. Giysilerin bir dinin simgesi olduğu günler geride kaldı. Batı medeniyetinin hor gördüğü bir inancı simgeleyen fes ve onunla birlikte gelen tüm tutuculuk gitmeli!”
“Bir adamın iki yılda böyle bir reformu denemeye cesaret edebileceğine inanmak imkansız görünüyordu! Paşa devam etti: "Çocukluğumdan beri ailelerimizi gerçek bir yuvanın sağlam temelleri üzerine kurmanın gerekliliğini gördüm. Erkekler demokraside ihtiyaç duyulan bir evde yetiştirilmeli ve artık kendimizi yabancı müdahalelerden sonsuza dek kurtarabildiğimize göre, böyle bir reformu uygulamaya koyabiliriz."Kadınların itirazına dayanamadım: "Ama peçeler çok güzel. Kadınlar için daha uygun bir başörtüsü icat edilmedi." "Yabancı yazarlara metin sağlamak için Karanlık Çağ'da kalamayız," diye cevap verdi” . Mustafa Kemal Paşa adeta yazarın “An English Woman in a Turkish Harem”(1915) “Türk Hareminde Bir İngiliz Kadını ” yahut Pierre Loti’nin Osmanlı harem hayatını (ev hayatını) aşağılayan ve iftiralar atan eserlerine imada bulunur gibidir. Bunlar Pierre Loti’nin 1879’da yayımlanan Aziyade ile olay örgüsü 1904-1905 yıllarında geçen Les Desencbantees (Mutsuzlar) başlıklı Romanlarıdır. Les Desencbantees, "Nâşâd Kızlar", "Kırgınlar", "Aşktan Yüzü Gülmeyenler", "Düş Kırıklığına Uğrayan Kadınlar", "Mutsuz Ka-dınlar", "Bezgin Kadınlar" gibi adlarla çevrilmiştir. Roman, büyük ölçüde Aziyade romanının devamı niteliğindedir. Her iki roman da otobiyografık karakrere sahiptir . O dönemde Pierre Loti’nin eserlerinin isimleri Osmanlı Türk aydınlarınca yeterince tanınmaktadır. Üstelik Mustafa Kemal Paşa hariç çoğu aydın onu Türk dostu sanmıştır. Halbuki Pierre Loti, Türklerin Fransa’ya karşı dostluğunu yeniden kazandırmakla görevli bir Fransız ajanıdır. Grace M. Ellison’un da yakın ilişkisi olduğu bilinen Pierre Loti’nin kimliği hakkında burada bilgi vermekte fayda vardır: Pierre Loti, Fransız deniz subayı olan ve daha çok Doğu dünyasına ilişkin olarak yazdığı roman ve diğer türlerdeki eserleriyle tanınan Pierre Loti'nin asıl adı “Julien Marie Viaud (1850-1923)”dur. Üçüncü romanından sonra eserlerinde 'Pierre Loti' takma adını kullanmıştır. Hint denizlerinde bulunduğu sıralarda o bölgeye, tro¬pik iklimlere özgü ve kendisini gizleyen bir çiçeğin adı olan 'Loti' ismi, çekingen bir kişiliğe sahip olduğu için kendisine Pomare Kra¬içesinin nedimeleri tarafından verilmiştir. 21 yaşından itibaren deniz subayı olarak Uzak ve Yakın Doğu deniz ve ülkelerine seyahat etmiş olan Loti, eserlerinde maceraların¬dan ve edindiği izIenimlerden yola çıkarak özellikle Doğu gizemini yansıtmaya çalışmıştır. Bu bağlamda o dönem Osmanlı dünyasına da girmiş İstanbul'a 1876-1877, 1887, 1890, 1894, 1903-1905, 1910, 1913 yıllarında 7 kez gelmiş, Türkçe öğrenmiş, Türk sos¬yal hayatına katılmış, bizzat Türk yaşama biçimini biçimsel de olsa uygulamaya çalışmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde emekliye ayrılıp tamamen edebiyatla uğraşmaya başladı. Fransız Akademisi üyeliğinde de bulundu. 10 Haziran 1923'te doğduğu kentte ölmüştür .
Pierre Loti’nin siyasal kişiliği ile ilgili olarak son zamanlarda Türkiye'de önemli bir tartışma gündeme geldi. Türkiye Cumhuriye¬ti Kültür Bakanlığı, Fransa'da düzenlenen bir rnüzayedede Loti'nin mektuplarını atın aldı. Araştırmacı yazar Erdoğan Alkan, Loti'nin günlüklerini inceleyerek onun bir Türk dostu değil, savaş yıllarında bölgede Fransız çıkarlarını korumakla görevli bir ajan olduğunu or¬taya koydu. Loti'nin 1915 tarihli günlüğünde şu ifadeler yer alıyor: "Bir anlaşma sağlanması, İstanbul'un teslimi ve düşmanlıkların son bulması için, Cenevre'deki Türkiye Konsolosluğu aracılığıyla Fran¬sız Hükumeti ve Türkiye arasında gizli entrikalara girişiyorum." Loti'nin ajan olduğunun bir başka kanıtı ise askerlik ve diploma¬si arşivi alanında yetkili olan Alain Quella'nin "General Gallieni'nin de onayıyla Pierre Loti Türkiye'nin Üçlü İttifak'a katılması için haf¬talarca en yüksek düzeyde pazarlıklar yaptı" notudur .
Loti, yazdığı yazılar ve kitaplarla Avrupa'da Türkleri tanıtmaya çalışmış, çoğunlukla da Türkler lehine kanaatler belirtmiştir. O, bu yazılarında Fransızların Türkler hakkındaki yanlış bilgilerini tashih etmeye ve Türklerin Fransız düşmanı olmadığını ispat etmeye ça¬lışmıştır. Fransızların boşu boşuna Türkleri karşılarına almamaları¬nı istemiş, onlara yakın durarak daha kolay sömürge yapılabileceği ümidi içinde çalışmalarını yürütmüştür.
Onun, Türkleri öven, yücelten yazılarındaki amacı, bizim millî gururumuzu okşayarak daha kolay ve sorunsuz bir sömürge olabilmemizin zeminini hazırlamaktır. Nitekim Lotii'nin şu sözleri, onun ve Fransa'nın amacı ve çıkarının Türkiye'yi Fransa sömürge¬si yapmak olduğunu ayan beyan ortaya koyuyor: "Yazık ki benim mütevazı sesim, İstanbul'da kuvvetli ve dost bir Türkiye bulundur¬manın, bizim için temel çıkar olduğunu duyurmaktan başka hiçbir şey yapamaz ."
Fransa'nın ve Loti’nin politik stratejisi, Türkleri Ruslara karşı kışkırtmak, Türk-Rus savaşı ve düşmanlığını körüklemek ve Türk¬leri Fransızların müttefik yaparak kolayca sömürge olabilecek bir kıvama getirmektir. Onun şu sözleri bu bakımdan açıklayıcıdır: "Bugün amacım, sadece içimizde kendini bilgilendirmek zah¬metine katlananlar için, Türklerin hiçbir zaman düşmanımız olma¬dığına dair geçmişin herkesçe bilinen gerçeğini bir kez daha kesin olarak söylemektir. Peki ya Rusların? İşte buna kuşku götürmez bir şekilde evet! Onların düşmanıdırlar. .. Onların savaş ilan ettikleri biz değiliz, Ruslardır. ... Türklerin bize ne borçları vardı ki zaten? Kırım zaferinden bu yana, onların düşmanlarıyla birlikte hareket etmekten vazgeçmedik. Son olarak ülkelerinde bize gösterdikle¬ri sıcak misafirperverliğe teşekkür etmek için hiç kuşkusuz, Bal¬kan Savaşı sırasında hemen hemen tüm gazetelerimizde onlara ardı arkası kesilmeden çirkin bir şekilde hakaret ettik ... Bu durumun umutsuzluğu içinde, Ruslar tarafından ezilmekten kurtulmak için kendilerini nefret edilen Almanya'nın kollarına artılar ."
Nurullah Çetin, Edebiyat ve Bilinç eserinde “Pierre Loti’nin Gerçek Kimliği” başlıklı bölümündeki Pierre Loti’yi Türk dostu sanan kişilere onun eserlerini değerlendirerek İslam dinine, Türk kadınına ve Osmanlı Toplumuna karşı aşağılayıcı bakışı gözler önüne sermektedir.
“Loti’nin ne yapmak istediğini ve ne olduğunu en sağlıklı gören Dahi ATATÜRK'tür. Yakup Kadri, Atatürk adlı kitabında Atatürk'ün Loti'ye dair yaklaşım biçimi ve değerlendirmesini iz¬lenimlerine ve kanaatlerine dayalı olarak bize şöyle sunar: "Avrupa müzelerinde ve tarih kitaplarında teşhir edilen (sergilenen) “Grand Turc” ve Yeniçeri tasvirleri, birçok safderunlara, ancak mehip (hey¬betli) kavukları, kalın kuşakları ve buna takılı duran kıvrık yata¬ğanlarıyla(kılıçlarıyla) haşyet (korku) vermektedir.
Dişi tırnağı sökülmüş, inhitat (aşağılanma) Türkiye'sini de Pi¬erre Loti cinsinden Frenk (Avrupalı) muharrirleri (yazıcıları), bir fes, peçe, sarık, kafes ve nargile dekoru içinde seyredip anlattılar. Yıkık duvarlarla çevrilmiş çökük mezarlıklar; çınar altı kahvelerinde uy¬kuya dalmış afyonkeşler; mezbele sokakların uyuz köpek sürüleri; bekçilerin, "Yangın var!" naraları ...
İşte, dostumuz (!) Pierre Lotinin müdafaa ettiği, “Dokunmayın!” dediği Türk dünyası, bu çapaçul, bu zavallı şeyden ibaretti. Pierre Loti, Madakaskar zencilerinden, Seylan maymunlarından ve Havai adalarındaki kelebeklerden de bu sevgi ve alaka ile bahsetmiştir. Çünkü, onun bezgin ve endişeli ruhu, kendini avutmak için yer¬yüzünde arkaik (çok eski) ve piroresk (resimsel) manzaralar keşfine çıkmış bulunuyordu.
Bundan dolayı ne Loti, ne de Loti gibi bizi acayip ve zavallı bularak seven Frenk muharrirleri, Mustafa Kemal'in itibarını asla kazanamamışlardır. O, kendisini bir 'Yeni Adam' hissettiği ve Türk milletinden bir canlı ve ileri cemiyet çıkaracağını bildiği için, mem¬leketimizi bir müze halinde görmek isteyenlere karşı, bize doğru¬dan doğruya düşmanlık edenlerden ziyade kızıyordu ”!
Grace M. Ellison’da Pierre Loti gibi tipik bir oryantalist’tir. Biri İngiltere diğeri Fransa için çalışan ajanlardır. Füsun Çoban Döşkaya, Grace Ellison: An English Woman In A Turkish Harem “Grace Ellison: Türk Hareminde Bir İngiliz Kadını” isimli makalesinde “Ellison’nun da bir parçası olduğu edebi sahtecilik üzerinde durmaktadır ”. Burada Grace Ellison’ın farklı yüzlerini anlamak için bir parantez açmakta fayda vardır: Pierre Loti, ünlü romanı “Hayal Kırıklığına Uğramış” (Les Désenchantées) ( Loti'nin haremdeki Türk kadınının mutsuzluğunu konu edinen “Hayal Kırıklığına Uğrayan Kadınlar (Mutsuzlar)” adlı romanı) (1906)'ta başarılı bir Fransız romancının, yazara yüzlerini asla göstermeyen ve hayatlarından memnun olmayan üç Türk kadınla ilişkisini anlatır. Bu kadınların isimleri Djénane, Melek ve Zeynep'dir. “Hayal Kırıklığına Uğramış” Loti'nin karakterlerinin hiçbirinin gerçek olmadığını ve hiç var olmadıklarını belirten bir uyarıyla başlar. Ancak, var olduklarına ve Loti'nin bu isimleri, II. Abdülhamid'in baskıcı rejiminden kimliklerini korumak için kahramanlarına verdiğine dair önemli kanıtlar vardır. "Loti'ye hikâyeyi aktaran üç kızdan ikisi, Türkiye'ye yerleşip Müslüman olmuş ve Reşat Bey adını almış bir Fransız olan Châteauneuf Kontu'nun torunlarıydı. Les Désenchantées’in yayınlanmasından önce, Osmanlı imparatorluğunun baskısından korkan iki Türk kız kardeş Melek ve Zeynep, Batı'da 'özgürlük' bulma umuduyla haremlerinden Avrupa'ya kaçarlar. Bu üçüncü kadının, Loti Konstantinopolis'e vardığında Türkiye'yi ziyaret eden Fransız bir gazeteci ve çevirmen olduğu biliniyor. Adı Madam Léra'ydı .Hikayenin kahramanı ve üç kızın lideri olan Djenane, gerçekte Marc Hélys adıyla yazan, kendisini Türk olarak tanıtan Marie Léra adında Fransız bir kadın gazeteciydi. Pierre Loti'nin ölümünden kısa bir süre sonra, 1923'te Marc Hélys takma adını kullanarak Le Secret des ‘Désenchantées’ (‘Büyüsünü Kaybedenlerin Sırrı’) adlı eserini “Bir romanın, Djenan olan tarafından açığa çıkarılan diğer bakış açısı” alt başlığıyla yayımladı. Kitapta, Hélys veya Loti'nin romanındaki Djénan, Pierre Loti'nin nasıl bir süperchérie'nin (aldatmaca) öznesi haline geldiğini anlatıyordu. Kitapta, Loti'ye duyduğu saygıdan dolayı, Loti'nin 1923'teki ölümünü beklemeyi tercih ettiğini ve Loti'nin iki Türk kız kardeş tarafından kandırıldığını açıkladığını belirtti. Marc Hélys veya Madam Léra, Loti'nin romanının gerçek hikâyesini, kendi mektuplarını ve Loti'nin bunları nasıl kopyaladığını göstererek anlattı. İki kız kardeşle birlikte bir Türk kadını taklidi yaparak nasıl peçe taktığını anlattı. Loti'nin romanındaki Djenane'di .
Grace Ellison mı yoksa Madam Léra mı?
2006 yılında Türk asıllı Amerikalı yazar Alev Lytle Croutier, tarihi romanı Üçüncü Kadın'ı yayımladı ve Pierre Loti ile üç kadın arasındaki olayı ele almaya devam etti. Olayın arka planını anlatmak için mektuplara ve günlüklere başvurdu ve Loti'nin Büyüsünden Kurtulmuş romanının yazarlığını sorgulayan edebi bir sahtekârlığı ortaya çıkardı. Croutier, Üçüncü Kadın romanının son sayfasında okuyucularını bir olasılıkla şaşırttı. Croutier'in "Masméjean'ın Günlüğü" adlı kitabının son bölümünde Pierre Loti'nin yardımcısı Masméjean şunları anlatıyor: "Dün gece Türk Konsolosluğu'ndan bir arkadaşım beni Sorbonne'daki bir konferansa davet etti. Seyirciler arasında, son derece tanıdık gelen bir kadın dikkatimi çekti. Onu hasta zihnimin en ücra köşelerine yerleştirmem bir iki dakika sürdü. Anaç ve epey yaşlı olması dışında, Madam Léra'ya olan benzerliği inanılmazdı. Leila'nın gözlerini nasıl karıştırabilirdim ki? "Bu kadın kim?" diye sordum arkadaşıma . "O bir İngiliz, bir gazeteci. Ülkemizdeki kadınlar hakkında birkaç önemli kitap yazdı." "Onun İngiliz olduğundan ve Fransız olmadığından emin misin?" "Kesinlikle eminim." "Adı ne?" "Grace Ellison. Meşhur Büyüsünü Yitirmiş'in arkadaşıydı. Yirmi yıl önce Loti ile yaşanan olayı hatırlıyor musun?" Ders sırasında konsantre olamadım, aklım bulmacayla çok meşguldü. Tüm bunların bir şifresi olmalıydı. Büyük Revue'de Mary Lera adını Hélia, la Grande Dame, Hélia olarak imzalamıştı. Héliard Hélys. Ellison (Fransızcada "h" harfi okunmaz). Biri kaldığı yerden devam ediyor. Marc Hélys kayboluyor, unutulup gidiyor ve yerine Grace Ellison geliyor. Fontainbleau'da kız kardeşlerle tanışır, onların yeni sırdaşı olur, hatta Zennour ile birlikte "Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri" adlı bir kitap üzerinde çalışır. Ne kadar tuhaf. Bu da bir taklit miydi? Marie Lera'nın asıl mesleği taklitçilik miydi? Bu, kocasından ayrıldıktan sonra kimsenin nerede olduğunu öğrenememesinin nedenini açıklayabilirdi. Başka bir kimliğe bürünmüştü .
Croutier'in romanının sonunda, Zeynep ve Melek Hanım'a yardım eden üçüncü kadının, İngiliz feminist, gazeteci ve yazar Grace Ellison olabileceği tahmin ediliyor . Reina Lewis, “Oryantalizmi Yeniden Düşünmek” adlı kitabında, Ellison'ın "Fransızca'yı akıcı bir şekilde konuşan ve sık sık Fransa'da ikamet eden biri olarak Hélys'in iddialarını ve yayınlarını biliyor olması gerektiği halde, aslında Hélys'ten hiç bahsetmediğine" dikkat çekiyor . Sarah G. Moment Atis, Reina Lewis'in Oryantalizmi Yeniden Düşünmek adlı kitabının incelemesinde, Zeynep ve Melek Hanım örneğindeki "özgünlük sorununun" çözülmesi gerektiğini savunuyor ve Grace Ellison'ın Loti'nin “Les Désenchantées” ve Zeyneb Hanım'ın “A Turkish Woman's European Impressions” eserlerinin arkasındaki "usta kuklacı" olma olasılığını tartışıyor .
“Fransa'da altı yıl gazetecilik yaptıktan sonra Fransızca'yı akıcı bir şekilde konuşan ve Fransız kültürüne hâkim olan İngiliz gazeteci Grace Ellison, Zeynep Hanım ve Melek Hanım'ı Pierre Loti'nin “Les Désenchantées” romanının kahramanları ve 'kitaptaki bilgilerin başlıca sorumluları' olarak sunmuştur (Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri 1913: xiii)... Oryantalist temsillerin klişeleri hakkında yeterli bilgiye sahip olan herkes, “Les Désenchantées”, “Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri” ve “Türk Hareminde Bir İngiliz Kadın”da bu klişelerin tutarlı kullanımı üzerinde durup bir değerlendirme yapmalıdır. Her üç eserde de aynı Oryantalist kurgu alt kümesiyle karşılaşılmaktadır ...
“Grace Ellison, 1905'ten 1912'ye kadar Türkiye'de yaşamış ve haremlerde (konaklarda ve evlerde) yaşayan birçok Türk kadınıyla yakın temas kurmuştur. Zeynep ve Melek Hanım onun muhbirleriydi ve Ellison ile yazışmış ve iş birliği yapmışlardır. Hayatının ayrıntıları hakkında çok az şey bilinmektedir ve An English Woman in Angora and Turkey To-Day adlı kitaplarında “kafa karıştırıcı bir şekilde ayrıntıları ve kronolojileri değiştirmiştir” .
Reina Lewis’in bu tespitini biraz daha açacak olursak şu cümleler görülmektedir: Mustafa Kemal'le (muhtemelen Daily Telegraph / Morning Post için) bir röportaj yaptı ve daha sonra tamamını kitap biçiminde Ankara'da Bir İngiliz Kadını [An Englishwoman in Angora] adıyla yayımladı (1923). 1927'deki beşinci gezisinde, yeni Türk Cumhuriyetindeki ve yeni başkenti Ankara'daki gözle görünür değişiklikleri haber yapı¬yordu. Bu gezi, Bugünkü Türkiye başlıklı resimli bir ki¬tap biçiminde 1928'de yayımlandı. Bu, daha önceki gezilerinin malzemelerini yeniden kullandığı anekdotlarla, Zeyneb ve Melek Hanım’ın, Halide Edib'in ve diğer Türk yazarlarının yazılarından seçtiği uzun özetlerin bir araya getirildiği karmakarışık bir kitaptır .
Ellison, birinci sınıf elmaslarla süslü Şefkat Nişanı ile ödüllendiril¬miştir (tarihi bilinmiyor). Kadınların katkısını onurlandırma ama¬cını taşıyan bu ödülü alması, Türk devletine yaptığı hizmetlerin onaylanmasıdır. Ellison, 1914'te Daily Telegraph'ta yer alan ha¬berlerinde, Şefkat Nişanı'ndan, yüksek mevkilerdeki kadınlara veri¬len, imparatorluk hareminde karşılaştığı pek çok saray maiyetinin almış olduğu bir Merhamet Nişanı olarak söz eder. Ellison, nişanın "seçkin hanım ziyaretçiler"e verildiğini söyleyerek ileri görüşlü, doğru bir yorum yapmış olsa da, o tarihte bu nişana sahip olan, sa¬ray dışından tek kadın, onun ev sahibesi Fatma idi. Elbette, Anka¬ra'daki milliyetçiler tarafından verilen izinle Kurtuluş Savaşı sıra¬sında Ankara'yı ziyaret eden ilk İngiliz kadını olması, Ellisonu be¬ğenilen bir ziyaretçi yapıyordu. Bu ciltlerin her ikisinde de, Ellison'un daha önceki gezilerinden yansımalar vardır. Malzeme, tipik gazeteci tarzıyla, ayrıntıları ve tarihleri çoğu zaman karışıklık yaratacak biçimde değiştirerek ye¬niden kullanılmıştır. Örneğin, 1928'de, Zeyneb ve Melek Hanım'la ilk kez, Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri'nin girişinde belirtil¬diği gibi Fransa'da değil, 1905 yılında İstanbul'da tanıştığını yaz¬mıştır. Zeyneb ve Melek Hanımların evinin, "ziyaret ettiği ilk Türk evi" olduğunu iddia eden Ellison, daha sonraki yazılarında kendi¬sini, "diplomat eşleriyle İstanbul'dan gelip geçen bütün önde gelen kişiliklerin "devam ettiği, babaları Nuri Bey'in gurur kaynağı olan "meşhur" salonlarının katılımcısı olarak konumlandırır.
Bunlar, engelleyici ve açıklanması zor çelişkilerdir. Belki de ba¬sitçe geçen yılların ardından ayrıntılar bulanıklaşmış olabilir ya da sayfaları doldurma ihtiyacı Ellison'u önceki kopyaları yenilemeye itmiş olabilir. Ama aynı zamanda, Osmanlı siyasi durumunun zo¬runluluklarından da kaynaklanmış olabilir. Hiç şüphesiz ki, Abdül¬hamit yıllarında Türk arkadaşlarıyla mektuplaştığı kişilerin kimlik¬lerini açıklamak güvenli olmazdı. Ellison, hem Türk Hareminde Bir İngiliz Kadını'nda hem de Abdülhamit’in Kızı'nda, Makbule Hanım’ın kimliğini "Fatima" ya da "Fatma" takma adıyla gizlemiştir. Makbule Hanım'ın eşinin paşalığa yükseltildiği 1920'lerde onun ve babasının kimliklerini açıklamıştır .
Altı yıl boyunca Bystander’in kıta Avrupa'sı muhabiriydi, aynı zamanda Daily Grap¬hic için 1907'deki İkinci Hauge Konferansı'ndan haber geçmişti. Konferansın uluslararası silahlanmanın kontrolü hakkındaki endi¬şeleri, muhtemelen kendini kozmopolit sayan, bir yandan da savaş yaralıları için hemşirelik yapıp yardım bulmakla uğraşan bir kadı¬nın kalbine hitap ediyordu. Ellison, Fransız Kadın Hemşireleri Teş¬kilatı'nın kurucusu ve Genel Direktörü idi. Amerika' a dokuz aylık bir turne düzenleyerek, Bordeaux'daki Florence Nightingale Hasta¬nesi'ni kurmak için parasal kaynak sağlamıştı. 1918'de, Amerikan Kızılhaçı'nın çocuklara yardım bürosu başkan yardımcılığı görevi¬ni üstlendi. Yaptığı bu çalışmaların karşılığında Fransız devleti ta¬rafından altın onur madalyası, Fransız Dışişleri Bakanlığı gümüş madalyası, hizmet madalyası ve gazilik madalyası ile ödüllendirildi .
Ellison'un Türkiye'deki statüsüyle İngiltere'de algılanan statü¬sünün ilk işaretleri de, Ellison'un makalelerinin bitiminden birkaç gün sonra duyurulan, Türk kadınlarının özel sınıfarda üniversite¬ye gitmesine izin veren karar üzerine Daily Telegraph'ta çıkan ha¬berlerden açıkça görülmektedir. İstanbul muhabirleri, Ellison'un makalelerinin İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)'nin yayın organı (Halide Edib'in de yazarlık yap¬tığı) Tanin'de basılmış olduğunu belirterek, onun bu kararın alın¬masında etkili olan bir figür olduğundan bahsetmektedir. Onun "yoğun bir şekilde psikolojik makaleler'inin Türk basınında yayım-lanması, "Türk kadınlarının statüsünü yükseltmek için azımsana¬mayacak şeyler yapan" yazarın makalelerinin "her yerde yoğun bir zevkle okunduğu" belirtilerek desteklenmiştir (Daily Telegraph, 7 Şubat-1914, s.11). Gazetenin editörü, bir sonraki sayıda yer alan başmakalesinde, Ellison'un makalelerinin "Türkiye'de yaygın bir şekilde okunduğunu" tekrarlayarak, onun çalışmasının "aydınlan¬ma ve toplumsal özgürleşme davasına göz ardı edilemeyecek bir uyarıcı olma işlevi" üstlendiğine "inandıklarını" doğrulamıştır (Da¬ily Telegraph, 9 Şubat 1914, s.11). 1913-14 gezisi yayımlandığında anlattıkları, Ellison'un, saraya girmeye, önde gelen Türk feminist¬leri ve siyasetçileriyle tanışmaya yetecek kadar güçlü bağlantıları olduğunu gösterse de, Türkiye üzerine son iki kitabında, "sık sık kadınlara nasıl daha fazla özgürlük verebilecekleri hakkında tavsi¬ye istediklerini" iddia ettiği Talat Paşa ve Cemal Paşa gibi erkekler¬le olan siyasi bağlantılarını açıklamaya daha istekli olduğu görün-mektedir. İngiliz basınının İngiltere'nin müda¬halelerinin etkisini abartarak değerlendirme eğilimi, Ellison'un İs¬tanbul'daki statusüne ilişkin basındaki değerlendirmelere biraz şüpheyle yaklaşılması gerektiği anlamına gelir; aslında Ellison'un kendi etkisini betimlemesinde de aynı durum söz konusudur . Yine de, yüksek siyasi ve toplumsal çevrelere girdiği, Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde İstanbul'da ciddiye alınmakta olduğu açıktır. Bu durum, (Ellison'un, Makbule Hanım'ın, Mustafa Kemal'in aske¬ri eğitmenliğini yapmış olan eşi aracılığıyla ayrıcalıklı bir şekilde tanışmış olabileceği) kahraman Mustafa Kemal liderliğinde milli¬yetçilerin iktidara geldikleri zaman da sürmüştür. Türk Hareminde Bir ingiliz Kadını'nın başarısını, Fransız Ateş Hattında Bir İngiliz Kadını [An Englishwoman in the French Firing Line] (yayıncısı bilinmiyor, 1915), İşgal Almanya'sında Bir İngiliz Kadını [An English¬woman in Occupied Germany] (yayıncısı bilinmiyor, 1920) ile An¬kara'da Bir İngiliz Kadını takip etmiştir. Ellison, göz alıcı isimlerle basılan bu ürünlerden başka, üç biyografi yazmıştır: 1926'da Yu¬nan Prensi Nikola'nın anılarının yazılmasında yardımcılık yapmış, 1930'da Kemal'in biyografisini ve 1934'te, prensesin evliliği üzerine Prenses Marina'nın Onaylanmış Hayat Hikayesi (Authorised Life Story of Princess Marina)'ni yazmıştır .
Yapıtlarının seyahatname ile siyasi yorum karışımı yapısı gezi yazıları için sıra dışı olmasa da, Ellison'un kişisel keşiflerinin kaçak değişken doğası (son dönem yapıtlarında azalsa da), kitaplarının üretimiyle tirajının ayrılmaz bir parçası olan, aralıksız bir biçimde toplumsal cinsiyete göre yapılandırılmış kökeninden dolayı daha kendine özgüdür. Ellison, prestijli yurtdışı gazetecilik görevlerini üstlenmekte açıkça başarılı olan ve yazılarının ciddiye alınmasını isteyen bir kadındı. Çalışmaları basitçe bir kadınsı öykünme değil¬di, önemi ve içeriği olan eserlerdi. Ancak, etnografik araştırmaların ciddi tonunu kendine amaç edinmesine rağmen, bu türden bütün kaynaklarda ortak olan otorite ve toplumsal cinsi¬yet konusundaki kaygıya sık sık ihanet ederek, toplumsal cinsiyeti¬nin bir satış dayanağı olmasından asla kaçınamadı. Oryantalist ka¬dın yapıtlarının çoğunun iktidarın kurumsal ve resmi ağlarının dı-şında değerlendirildiği (örneğin, Kraliyet Coğrafya Topluluğu [Ro¬yal Geographic Society] 1913'e kadar kadınları üyeliğe kabul etmi¬yordu, Ellison ise hiçbir zaman üye olmamıştı. Ellison'un, "Türk yaşantısını çok az İngiliz kadınının erişebildiği ancak hiçbir İngiliz erkeğinin ulaşamadığı bir açıdan, ilk elden çalışma ayrıcalığını elde etmiş" olması, kadın gez¬gin ve yazarlara büyük ölçüde kapalı olan saygın Oryantalist bilimi alanına girebilmesini sağlamıştır. Ellison'un kendisi de sonraki ya¬yımlarında bir otorite olarak statüsünü sağlamlaştırmak için elin¬den geleni yapmıştır. Daha önceki gezilerle ilgili açıklamalar üzeri¬ne düşünmek ve onları yeniden kullanmak, ona gezilerine ilişkin yeni ayrıntılar sağlamış, böylece de yüksek toplumsal ve siyasi çev¬re içindeki yerini daha da sağlamlaştırmıştır. Mümkün olduğunca daha önceki kitaplarının başarısından söz eder .
Statüsünü böyle öne sürmesi, yapıtlarına ve ilişkili projelerine yönelik değerlendirme ve eleştirileri yanıtlamayı da içermektedir. Böylece, Türkiye Bugün'(Bugünkü Türkiye)de, Zeynep ve Melek Hanımların kitapla¬rından parçaları yeniden basarak ve "onların Saikleri hakkındaki" belirsiz bırakılmış "yanlış ifadeler" konusunda Zeynep ve Melek Hanımların açıklamalarını destekleyerek, Kırgınlar'ın hikayesini ayrıntılı olarak tekrar ele alır. Bunun Helys'in olaylar karşısında yorumunun üstü kapalı olarak reddedilmesidir. Akıcı Fransızcası ve sık sık Fransa'da kal¬ması dolasıyla Helys'in iddialarından ve yayınlarından haberdar olmuş olması gerekirken, Ellison’un hiçbir zaman Marc Hélys 'in adını anmaması kayda değerdir. Benzer biçimde, ister kadın, ister erkek olsun, diğer Batılı gezi yazarlarına da çok az atıfta bulunur. Oryan¬talist söylemin aktarmacı doğasının ışığında, (Daily Telegraph'taki) yazılarına önceki yanlış anlamalara meydan okuyarak, kendi tanık¬lığının eşsizliğini abartarak başlar. Tek başına, hareme erişebilme¬sinin, önde gelen siyasetçilerle bağlantılarının ve kendi tanıklığının değeri artmış doğasının sıra dışılığını vurgular. Bir zamanlar, kadınsı ve kişisel olan, etnografik ve gazetecilik otoritesi oluşturma girişimleri açısından kaçınılmaz olmakla birlikte hoş karşılanmaz¬ken, artık itibarını sağlamlaştırmış olduğu daha sonraki dönemde kadınlığını daha fazla vurgulayabilir. Ayrıca, bu, Ankara'daki milli¬yetçi seçkinlere yaptığı ziyaretler bağlamında da gerçekleşir .
Grace M. Ellison’un mümkün olduğunca çok renkli oryantalist kişiliğini ve kimliğini açıklamaya çalıştıktan sonra tekrar Turkey To-Day’deki Mustafa Kemal Paşa ile yaptığını iddia ettiği röportaja dönebiliriz:
Grace M. Ellison:
“Başka bir konuyu gündeme getirdim:
"Ama hocalar!"
Mustafa Kemal Paşa: "Hocalar! Haklısınız! Çok uzun zamandır din adamlarının yönettiği bir millet olduk. Muhterem dostlarımız uslu durmayı öğrenmeli. Eğer reddederlerse, her zaman Sultan'a katılabilirler." Bu hafif bir konuşmaydı ve ciddi gözler gülümsüyordu. Ama bu sözlerin ardındaki cüretkâr kararlılığı fark edecek kadar Türkiye'yi ve insanların hocalara kölece boyun eğişini yeterince tanıyordum. Bir geleneğe karşı alaycılık, başarılı olursa muhteşemdir; başarısız olursa gülünçtür. Mustafa Kemal Paşa, gücünden emin olmadan böyle konuşmazdı ”.
Bu sözleri Mustafa Kemal Paşa’nın söylemesi belki mümkün olabilir. Fakat konuşmanın devamındaki şu ifade Mustafa Kemal Atatürk’ü tanıyanlar için mümkün değildir:
“Ben şüphelerimi elimden geldiğince dile getirdikten sonra, “Siz dinden söz ediyorsunuz,” dedi. “Benim bir dinim yok; bazen tüm dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum” .
Bu cümleyi Atatürk’ün söylemesi mümkün diyenler onun “Manevî Dünyası”nı tanımıyor demektir. Yahut Atatürk inançlı da olsa inançsız da olsa Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur hiç fark etmez bu önemli değildir demek kolaycılıktır. Hatta bilerek veya bilmeyerek Türk Milleti’ni Büyük Önderden uzaklaştırma taktiğidir. Özellikle inançsız olanların Mustafa Kemal Atatürk’ü de inançsız gösterme gibi gereksiz bir çabaları vardır. Halbuki Grace M. Ellison da inançlı bir Hristiyan olmasına rağmen samimi arkadaşı Fransız Pierre Loti’nin inançsızlığını buraya monte ediyor onunla yaptığı uzun sohbetleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Mustafa Kemal Paşa ile adeta karıştırmaktadır. Pierre Loti“ Allah yoktur, ahlâk yoktur, kendilerine inanmak ve saygı duymak üzere bize öğretilen değerlerden hiçbiri yoktur ” demektedir. Halbuki Laik demokratik Türkiye Cumhuriye’nin kurucusu Atatürk inanç veya inançsızlık kimsenin dinine karışılmayacak bir sistem kurmuştur. Laikliğinde “ladinî” (dinsizlik) değil din ile devlet işlerinin bir birinden ayrı olması ile din ve vicdan hürriyetinin güvence altına alındığını göstermiştir.
Grace M. Ellison tarafından Turkey To-Day sayfa 24’de iddia edilen ifade Atatürk’ün yakın çevresinden verilen örneklerle de bağdaşmamaktadır: “Sabiha Gökçen, Atatürk'ün okuduğu şiirler ara¬sında şu mısraların bulunduğunu aktarır: "Fıtratta tekâmül ezelidir; bu kemale/ Tevrat ile İncil ile Kur'an'la inandım”. Atatürk Selimiye Camii'nde minberle avize arasında durur ve etrafındakilere, "Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur" diyerek söze başlar. "Bakınız ecdadımız İstanbul'un fethinden tam 125 sene sonra, bu şaheser camiyi İstanbul'da değil de Edirne'de yaptırmış; böylece Edirne'ye mührünü basmış, tapulamıştır. Dahi Mimar Sinan, sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir" der ve mihrapla avi¬ze arasında durur. Avize üstünde olan yarım kubbedeki yazıyı okuduktan sonra müftüye, "Hocam, bu ayet Tevbe sure¬sinin 18. ayeti değil mi?" der. Müftü'den "Evet Paşa Hazretleri " cevabını aldıktan sonra tekrar müftüye döner ve "Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?" di¬ye sorur. Müftü Efendi, "Bildiğim kadarıyla bu ayette Allah'ın mescitlerini, camiierini yapan ve imar edenler, Allah'a ve ahi¬ret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah'tan korkanlardır, onlar doğru yoldadır" der. Ata¬türk, "Evet ben de öyle biliyorum, " der .
Grace Mary Ellison çevresindeki Pierre Loti gibi bir takım inançsız insanların cümlelerindeki çağrışımlarla nasıl bir yansıtma yaptıysa şüphe uyandıran bir Mustafa Kemal Paşa portresi çizmek istemiştir. Türkiye’de Rıza Nur gibi şiddetli Atatürk düşmanı bir muhalifle Grace Ellison’ın “Ankara’da Bir İngiliz Kadını”( Bir İngiliz kadını Gözüyle Kuva-i Millîye Ankarası) eserinin bir yayınevi tarafından birlikte basılması ise hayli düşündürücü ve şaşırtıcı bir durumdur.
Türkiye’de Dr. Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım” (1922’ye kadar kısım), British Museum, Türkçe Yazma Eserler Bölümü, Lonrda, 1929., ile Grace Ellison’ın “Ankara’da Bir İngiliz Kadını Eserinin Birlikte basılmış Hali .
Grace M. Ellison’ın Ankara’da Osmanlı Bankasında bir öğlen yemeğine daveti: Soldan sağa doğru M. Boghetti (Osmanlı Bankası Direktörü), Bnb. Oeillet (Yarbay Mouigin’in sekreteri), Bayan Grace Ellison, Haydar Bey (Van Milletvekili) ve Yarbay Mougin
“Rıza Nur, Atatürk ile anlaşamadığı için 1926 yılında Türkiye’yi terk ederek Fransa’ya yerleşmiştir. Rıza Nur, “Hatıralarını” Atatürk daha hayatta iken kaleme almış, Fransa'da yaşamasına rağmen yayımlatmamıştır. 1935 yılında British Museum'a teslim ettiği anılarının 1960 yılına kadar yayımlanmama şartını koşmuştur. Özetle, Rıza Nur, anılarını yayımlamak için Atatürk' ün vefat etmesini beklemiştir ”. Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıram ” adlı eseri Atatürk’e karşı yalan ve iftiralarla dolu iken Mustafa Kemal Atatürk “Nutuk” isimli eserinde Rıza Nur hakkında özellikle Türkçülerin de fazla üstünde durmadığı şu hadiseyi 8 Teşrinisani (Kasım) 1924 tarihli Meclis görüşmelerine dayanarak aktarmaktadır:
“Maliye Vekili Mustafa Abdülhalik Bey , izahatına başlamadan evvel, Rıza Nur Beyden, zabıttaki sözlerinden bazıları¬nın izahını istedi. Rıza Nur, Bey, Yanya¬lıların Türklüğünü meşkûk (kuşkulu) gösterecek tarz¬da ifadelerde bulunmuştu. Abdülhalik Bey, Rıza Nur Beyin, zehabını şu suretle tashih et¬ti: Doktor bey, "altı yüz sene evvel, Arnavutluğun bir kısmından olan Yanya’ya giden ecdadımızın orada, bı¬raktıkları ansali başka bir töhmetle itham ediyor. Hem kim? Maalesef öyle muhterem bir arkadaşım ki, altı seneden beri mutaassıp bir milliyetçi olmuştur. Daha evvel değildi. Kendi daha iyi bilirler. Ben, o Yanya’lı dedikleri adam, Türklük için silahla mücadele ederken, kendileri bilakis "Türklük aleyhine" isyana teşvik et¬miştir." Filhakika Rıza Nur Beyin siyasi hayatında, bir¬çok mücadelâta iştirak ettiği malum idi. Bu iştirakleri, milliyetperver olarak Büyük Millet Meclisi devrinde ona hizmet ve faaliyet sahaları gösterilmesine, mani te¬lakki edilmemişti. Fakat Türklerin Rumeli’den çıka¬rılması gibi, her Türkün kalbinde ebedi ve elim bir hic¬ran yaşatan büyük felaket hadisesinde müfrit milliyet¬perver Rıza Nur Beyin Arnavut asileri ile beraber, Türkler aleyhinde, faaliyette bulunduğunu bilmiyor¬duk. Buna ıttıla (öğrenince) hâsıl olunca, Büyük Millet Meclisini hakiki bir hayret ve dehşet istila etti . Desteklediği bu isyanı tutarsızlıkları yanında İttihat ve Terakki düşmanlığı ile de bilinen Rıza Nur “Hayat ve Hatıratım”da savunmaya çalışmaktadır. II. Meşrutiyetin ilanından sonra “Kabine mevkie geldiği vakit Arnavut asiler Yakovalı Rıza, Üsküp mebusu Said Hoca vesair reisler ile Üsküp'ü işgal etmiş bulunuyorlardı. Oradan Selanik'e inmek istiyorlardı. İkinci intihap (seçim) zamanında ben Sinop'ta Rıza Bey ile besalaştığım (yemin-ahitleşmek) esnada Ya¬kovalı isyan yapıp Abdülhamid'i Selanik'ten kurtarmak, tekrar tahta çıkarmak fikrinde olduğunu bana söylemişti . Ben böyle bir şeye razı olamayacağımı kati bir surette bildirmiştim. Günlerce söyledim ve nihayet ikna ettim. Bunu yapmamayı yalnız İttihatçı¬lar'ı devirmek şartiyle yeminleşmiştik ve Arnavut usulü üzere be¬sa yaptık idi. Ben ne bileyim, Arnavutlar'da besa olunca dönül¬mezmiş derler. Yakovalı, Abdülhamid'i pek severdi. Hamid onun velinimeti idi. Kendisi Yakova eşrafından ve pek nüfuslu idi. Ben, Arnavut isyanının muhtelif reisieri ile muhabere(haberleşme)de idim. Üsküp'e geldikleri vakit artık telgrafla açık muhabereye başladık. Arnavutlar Selanik'e inmeğe teşebbüs ettikleri haberi gelince der¬hal anladım: "Bu, Yakovalı'nın işidir" dedim. Telaş ettim. Felaket olacak. Hükümet de telaş etti. Ben yine paçaları sıvadım. Muhabe¬re, muhabere; Yakovalı'yı bu fikirden vazgeçirdik. Bu bapta Said Hoca'nın çok tesiri ve hizmeti oldu .
Hüseyin Cahit benim asilerle muhaberemi haber almış, bir telgrafımı elde etmiş.bunu Tanin'de neşretti. Bu, sonra beni asma¬ları için mükemmel bir vesika idi. Mustafa Kemal de bundan iki yıl evvel Nutkunu neşrettiği vakit benim aleyhime bunu kullan¬mıştır. Şükür ki aramış, taramış bula bula bunu bulmuş. Kusurum bu olsun! Çok yüzü ak insan imişim. Hem, ayol bunu saklamadım ki. Mütareke iptidasında İstanbul'da yani yedi yıl evvel neşretti¬ğim ve Hürriyet ve İtilaf adındaki eserimde Arnavutlar'ı isya¬na teşvik ettiğimi ben kendi elimle yazdım. Bu kusur değil, ifti¬harım sebebidir. Zalemeye karşı isyan haktır ve kahramanlık¬tır. Arnavutlar o vakit bu devletin tebaası idi. İstiklal veya bir düşman namına isyan etmediler. Devleti, İttihatçılar'dan kurtarmak için isyan ettiler. Harb-i umumi neticesi haklarını ve hakkımı ispat eder. Hem ben Yakovalı'yı Selanik'e inmekten men etmek gibi büyük bir hizmet de yapmışımdır. Hizmet hizmet içinde. Millî hareket esnasında ( ... ) en mühim işleri bana verirdi. Sanki benim Arnavutları isyan ettirdiğimi bilmiyormuş da Mus¬tafa Abdülhalik adında her devrin dalkavuğu ve Arnavut biri söyleyince mi öğrenmiş imiş. ( ... ) Mızrak çuvala sığmadı. Benim o eserimi okumayan mı kaldı . .. Kendi de okumuş. Birkaç kere An¬kara'da bahsini etti idi. ( .... ) Devlete karşı güya isyanı zemmetmek istiyor. ( .... ) Halâskârlar isyanında sen de dahildin. Selanik'te Ga¬lip Paşa (Eksi Emniyet-i Umurniye Müdürü) ile beraber askeri bizim lehimize ayaklandırdınız. ( ….. ) Sen Enver'i çekemez yerine geçmek için onu devirmek isterdin; bunun için de bir düzine ordu¬yu ayaklandırmaya çalışırdın. İsyan kötü ise orduyu siyasete alet edip ayaklandırmak bunun ( ... ) nev'idir. Sen bunları, ( ... ) birçok yaptın. Mesela, dahası var, Harb-i umumi esnasında İzzet Vebip Paşalar ile Enver aleyhine isyan teşebbüsüne girdin . ( ..... ) ……….
Güya bu meseleyi nutkunda benim Türkçü geçindiğim halde Arnavutlar'ı Türkler aleyhine isyan ettirdiğim şekline sokmak istemiş! Yüzü astarına uymamış. Türkçü olan Arnavut isyan ettirmez mi? Arnavutlar o vakit bu devletin tebaası idi. Biz yalnız onları değil, o işte nice Türkleri de ayaklandırdık. Sen Halâskâr işine ittiba edip Selanik'te içtima yaptığımız vakit kim¬bilir teşvik ettikleriniz zabitler arasında kaç tane Arnavut vardı. İnsan birisine bir şeyi isnad etmek için iptida o şeyin kendisinde olup olmadığını düşünmelidir. Var iken yapmak hayadan nasibi yok demektir. Bir de İttihatçılar, Balkan İttifakına Arnavutluk isyanının se¬bep olduğunu ileri sürüp bizi telin etmişlerdi; fakat bu ittifak son¬radan öğrenildi ki bu isyandan çok evveldir. Keza Balkan Harbi de bu isyan esnasında olmadı. İsyan bitti neden sonradır ki harp pat¬ladı. Demek bu isyanın harbin bitmesi üzerine de tesiri olmamış¬tır. ( ... ) Mustafa Kemal! Bil ki bu bana leke değil, iftihar ... Za¬leme aleyhine ne ele geçerse ayaklandırmak sevaptır, vazifedir ”.
Herhalde böyle bir mazaret ancak Rıza Nur tarafından gösterilebilirdi. Çelişkilerle dolu yaşantısı ve kullandığı ifadelerdeki akıl ve mantık dışılık “Hayat ve Hatıratım” kitabının her cildinde müşahade edilebilmektedir. Atatürk düşmanlarının birinci el kaynak dedikleri de bu hezeyan yığınıdır.
Grace M. Ellison’un Bugünkü Türkiye (Turkey To-Day) eserindeki röportajını okumaya devam ettiğimizde: “O anda daha fazlasını söyleyemedim. Yine de eminim ki onun kınadığı şey dinin özü değil, bağnazlıklarıydı. Zira Tanrı’ya ibadet, hizmet etmektir ve kim, daha yüce bir hizmet kaydına sahip olduğunu iddia edebilir. Ne de olsa, dinin biçimlerine ve görevlilerine karşı böyle bir tahammülsüz, Selanik'te doğup büyüyen biri için yeterince doğaldır. Kudüs için de aynı şey geçerli. Kudüs'te yaşayan birinin bağnaz/tutucu bir dine sahip olması zor olmalı. Mesih'in yaşamını ve öğretilerini hatırladığımızda ve kiliselerinin pencerelerinin Hristiyan kıskançlığını önlemek için Müslümanlar tarafından yıkanması gerektiğini bildiğimizde, yüce gönüllü ve düşünceli insanların böylesine gereksiz bir fanatizme nasıl acı bir şekilde baktığını kesinlikle anlayabiliriz” dediği görülmektedir. “Yine de eminim ki onun kınadığı şey dinin özü değil, bağnazlıklarıydı” ifadesi daha tutarlı bir tespittir.
“Gazi, “Sanki halkı bir tuzağa düşürecekmiş gibi hükümeti ayakta tutmak için dine ihtiyaç duyan zayıf bir yöneticidir” dedi. Halkım demokrasinin ilkelerini, hakikatin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecek. Batıl inançlar gitmeli. Bırakın istedikleri gibi ibadet etsinler; herkes kendi vicdanının sesini dinleyebilir; yeter ki bu, aklıselimin işine karışmasın veya diğer insanların özgürlüğüne aykırı davranmasın” .
“Bir sonraki ziyaretimde, Hz. Peygamber'in torununun şehitliğini anmak için düzenlenen Fars dini töreni olan Muharrem'in korkunç gösterisinin bastırıldığını fark ettim. Bu, gece gündüz akıllardan çıkmayan bir manzaraydı; gören hiç kimsenin asla unutamayacağı bir manzaraydı. Hepsi beyazlara bürünmüş ve ellerinde yanan meşalelerle, tek başına at sırtında olan reislerini takip ediyor, sürekli olarak şehidin adını haykıran, parlayan ışık çemberinin etrafında dönüp duruyorlardı. Kılıçlarıyla başlarını kesiyorlar, ellerini akan kana batırıp yüzlerine ve beyaz cübbelerine sürüyorlar. Kendilerini öldürdüklerinde şehit sayılıyorlar ve aileleri de bunun karşılığında onurlandırılıyor. Bu törene benimle birlikte gelen İspanyol diplomat ve eşi de benimle aynı baygınlık halinde ayrıldılar” .
Grace M. Ellison Muharem ayındaki kutlamaları ise İran ile karıştırmaktadır. Yazar kötü bir etnografik gözlemcidir. Üstelik İran’da da müslümanların kendilerini öldürmenin şehitlik olmadığının kabulünü bilmemektedir. İlave olarak onun İngiliz istihbaratının görevlisi olduğunun işaretlerinden birisi özellikle Mustafa Kemal Paşa ile bu kitabında Gazi’nin “Benim bir dinim yok; bazen tüm dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum” ifadesi sadece vukuatları ile maruf (bilinen) Grace M. Ellison’un iddiası ve kurgusudur. Bir devlet başkanının yaptığı röportajın üstelik Mustafa Kemal Atatürk gibi her konuşmayı belgelere kayıt eden ve ettiren birinin bunu tutanaklara geçirtmemesi mümkün değildir. Mustafa Kemal paşa, istihbaratçılar konusunda çok hassastır. Atatürk, İngiliz Gizli Servisi (Intelligence Service) ajanı ve işgal yıllarında İstanbul’da bulunan H.C. Armstrong’un “Bozkurt” kitabını da okumuş ve ona bir cevap hazırlatmıştır . Bunun gibi Grace Ellison’ın kitabını kendisine göndermesi ve kütüphanesine alması Mustafa Kemal Paşa’nın gençliğinde iyi bir istihbaratçı olmasından aynı zamanda nezaketinden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi Atatürk Nutuk’ta ünlü İngiliz Ajanı Binbaşı E.W. C. Noel’in Doğu Anadolu’daki faaliyetlerinden bahseder . Osmanlı Genelkurmayı ile birlikte planlı hareketiyle İngiliz İstihbaratının güçlü ismi Yüzbaşı Bennett’en İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek için vize alır. Mustafa Kemal Paşa istihbarat ve askerî düşmanlarını çok iyi tanımakta ve tedbirini ona göre almaktaydı. Düşmanları da onu dostlarından daha iyi tanımakta onun muazzez kişiliğini ve düşüncelerini yıpratmak için ellerinden geleni yapmaktadır. Günümüzde “Atatürk’ün Bütün Eserleri ” ile “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri ” yayınlanmıştır. Grace Mary Ellison’un kitabında bahsettiği röportaj bu eserlerde bulunmamaktadır. Böyle bir durum Türkiye’nin devlet arşivleri, resmî görüşmelere ve yazışmalara uygun değildir. Gençliğinde istihbarat subaylığı da yapmış, başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere emperyalizmin her çeşidine karşı Millî Mücadele vermiş ve Cumhurbaşkanlığına gelmiş Mustafa Kemal Atatürk’ün böyle bir ihmalde bulunması kayıtlara geçirmemesi mümkün değildir. Bu o büyük deha ve mücadele insanın tecrübe ve aklıyla alay etmek demektir. İngiliz Gizli servisi özellikle sahte belgeler ürettirerek onları her yerde günü geldiğinde gerekirse yüz sene sonra da olsa kullandıracak strateji ve taktik ustalığına sahiptir. Bu husus da gazeteci, edebiyatçı ve bilim insanlarını kullanmaktan da asla çekinmemektedir. Ünlü İngiliz Sosyolog-Tarihçi Arnold Toynbee bile James Bryce ile hazırladığı “Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916 ” eserinde sahte belgelerle Türkler aleyhine gerçekleri çarpıtabilmiştir.
Grace Mary Ellison “Bugünkü Türkiye” kitabında “Gazi ile ilk kez 1922'deki Yunan yenilgisinden hemen sonra tanıştım. Kışın en soğuk zamanıydı. Bazen eksi 15 derecede, gökyüzünün altında uyuyarak, Ankara'ya seyahat ettim; yük treniyle, yürüyerek, öküz arabalarıyla, baştan sona harap olmuş bir toprak parçasından geçerek; köyler yakılmış, hayvanlar telef edilmiş ve tüm kavşaklarda demiryolları kesilmişti. İngiltere ve Türkiye savaşın eşiğindeydi. Kendini Fransız gözlemci olarak tanıtan General Mougin ve Osmanlı Bankası'nın İtalyan temsilcisi dışında, ülkedeki tek Avrupalıydım ” diye yazmaktadır.
“Bugünkü Türkiye” kitabında (1928) Grace Mary Ellison Ankara’da anayasal ve demokratik yönetim üzerine Mustafa Kemal Paşayla yaptığı röportajda onun malum cümleleri söylediğini iddia etmesine rağmen Mustafa Kemal paşa’nın onun hakkında kanaati ne olmuştur? O dönemde (1926 yahut 1927) böyle bir röportaj hiç bir gazete de yayınlanmamıştır. Çünkü yoktur. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Türkiye’de mutlaka halka ulaştırıldığı halde bunların gizlenmesi mümkün değildir. Tabii İngiltere ve İngiliz İstihbarat Servisi bunu Atatürk’e karşı günümüze kadar kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. Bu cümleler bugünlerde Atatürk’ü dinsiz göstermek isteyenlerin kullandığı bu röportajın tam tarihi bilinmiyor. Üstelik daha önce Mustafa Kemal Paşa ile Lozan görüşmelerinin devam ettiği süreçte Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerini çarpıttığı için yazısı tekzip edilen bu gazeteciyi çok özel konularda muhatap alması da düşünülemezdi. Üstelik Mustafa Kemal Atatürk'ün “Millî Mücadele ve Cumhuriyet dönemlerinde gerçekleştirilen inkılaplara karşı gösterilen tepkiler” hakkında tuttuğu notları içeren Not defterinde o yıllarda Ankara’ya girmesine izin verilen tek İngiliz gazeteci olan Grace M. Ellison için 928- 479- 6- 23 nolu kendi el yazısı ile “âdetâ casûs” demektedir (Belge. 3). Bilindiği üzere Lozan görüşmeleri sırasında Ellison’un da kendi eserinde yazdığı gibi Ankara’da Mustafa Kemal Paşa ile röportaj yapmış tek İngiliz’dir. Dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa’nın “âdetâ casûs” ifadesini herhangi başka bir İngiliz gazeteci için kullanması da mümkün değildir.
Grace M. Ellison Atatürk’le çok özel sohbetler yapmış izlenimi vererek hem kendisini İngiltere’de popüler hale getirme duygusu ile hareket etmiş hem de MI-6’e en büyük hizmetlerden birini yapmıştır. Hâlbuki Mustafa Kemal Paşa’nın onun için kullandığı ifade şu belgelerde açıkça görülmektedir. Bizzat Mustafa Kemal Paşa el yazısı ile tuttuğu günlüklerinde bunu ifade etmiştir:
“928-479-6-23
+ Bir İngiliz gazetesi muhabiri benimle konuşuyor. Söylemediğim şeyleri yazıyor ve söylediğim şeyleri aleyhimize tefsîr ediyor. Kendisini men' etdim. Söz vermişdi. Anladım ki İstanbul'daki muallem insanlarla beraber âdetâ câsûs.
+ Tarihe karşı, millete karşı vaz'iyyetin mes'ûliyyeti büyükdür. Görüşlerimizi söylemek mecbûriyyetindeyiz .”(Belge 3.)
Belge 3. Mustafa Kemal Paşa’nın orijinal el yazısı ile tuttuğu günlüklerinde Grace M. Ellison için kullandığı ifade âdetâ câsûs
Bu belge de göstermektedir ki Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” vecizesini hatırlatmaktadır.
Hâlbuki Grace M. Ellison’un söylediklerinin aksine “Atatürk, konuşmalarının çoğunda İslam diniyle ilgili olumlu mesajlar veriyordu. Peki, O'nu yakından tanıyanlar, özel hayatına ait ayrıntıları ve anekdotları bilenler, Atatürk ve din ko¬nusunda neler söylemektedirler? Bu soruya cevap bulabilmek için Atatürk hakkındaki anılara göz atmak gerekir. Gerçi, tarih metodu açısından anılar tarihçi için yüzde yüz güvenilir kaynak¬lar değildir. Fakat iyi ayrıştırılmış, doğruluğu araştırılmış anılar, tarihsel gerçekleri açığa çıkarmada çok önemli katkılar sağlaya-bilir. Atatürk'ün yakınındakilerin, O'nun manevi dünyasıyla il¬gili anlattıkları arasında çok çarpıcı anılara rastlamak mümkün¬dür. Bütün bu anlatılanlar yan yana getirildiğinde, Atatürk'ün ba¬zen şaşırtıcı derecede "dindar", "inançlı" biri olabildiği gözler önüne serilmektedir” .
“Allah Büyük Bir Kuvvettir”
Atatürk'ün gizli dünyasının kapılarını Sabiha Gökçen'in anlattığı bir anıyla açalım. Atatürk'ün manevi kızlarından Sabi¬ha Gökçen 10-11yaşlarında iken Bursa'da Atatürk'ün köşküne yakın bir yerde oturmaktaydı. Bursa'ya gelişinde Sabiha Gök¬çen'le karşılaşan Atatürk, O'nu yanına almaya karar vermişti. Atatürk'le birlikte Çankaya'ya gelmeyi kabul eden Sabiha Gök¬çen, kısa sürede kendini Ata'nın özel dünyası içinde buldu. Her sabah Atatürk'ün elini öpmeyi adet haline getiren küçük Sabiha, o günlerde Atatürk'ün sabahları sık sık “Allah” kelimesini tek¬rarladığına şahit olmuştu.
Sabiha Gökçen, Atatürk'ün bir gün kendisine:
“-Sen dindar mısın?" diye sorduğunu, kendisinin bu soruya,
“-Evet, dindarım!" diye cevap verdiğini, Atatürk'ün bu cevabı çok beğenerek, kendisine şunları söylediğini ifade etmek¬tedir:
“-Çok iyi!.. “Allah büyük bir kuvvettir. O'na daima inan¬mak lazımdır,” dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi."
Sabiha Gökçen, ayrıca Atatürk'ün dinsizliği hakkında söylenenlerin doğru olmadığını, bir çoğunun uydurma iftiralar olduğunu beyan etmektedir .
Atatürk, Manevi Kızı Nebile'den Yasin-i Şerif Dinlerdi
Atatürk, İslam dininin temel kaynağı Kur'an'a büyük önem veriyordu. Kur'an-ı Kerim'i defalarca incelemişti. Kur'an'ın adece lafzı manada okunulmasıyla yetinilmesine kar¬şıydı. Kur'an'ın anlaşılmasını da istiyordu. Atatürk'ün özel ha¬yatının derinliklerine inildiğinde, Kur'an'ın izleri çok açık şekil¬de görülebilmektedir. Atatürk'ü tanıyanlar, kütüphanesinde Arapça ve Türkçe tefsirIi Kur'anlar bulunduğunu söylemektedir¬ler. Kur'an'ı bazen kendisinin okuduğu, bazen de başka birine okutup dinlediği, Atatürk'le ilgili bize ulaşan bilgiler arasındadır.
Atatürk'ün manevi kızlarından 14- 15 yaşlarındaki Nebile bir gün Atatürk'e:
“-Ben Yasin-i Şerif-i ezbere hiç yanlışsız okurum," iddi¬asında bulunmuştu. Bunun üzerine Atatürk, Nebile'den bunu is¬patlamasını istemiş. Kitaplığındaki Kur'an-ı Kerimlerden Arap¬ça olanını getirerek, Yasin suresi'ni açmış ve Nebile'den okumasını istemişti. Nebile, besmele çekerek Yasin Suresi’ni okumuş, bu sırada Atatürk de elinde Kur'an'la O'nu takip etmişti. Bu ola¬ya şahit olan H. Aroğul, o sırada Atatürk'ün duygulandığını, göz¬lerinin nemlendiğini ifade etmektedir .
Bin bir surat ve kişilik Grace M. Ellison gibi birisinin Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesinde “Benim bir dinim yok; bazen tüm dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum” dediğini iddia etmesini kabul etmek bir akıl ve mantık tutulmasıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın “adeta ajan” olarak tanımladığı bir İngiliz gazetecinin cümleleri ile o yıllara karşılık gelen Mustafa Kemal Paşa’nın Bursa Türk Ocağını ziyaretinde dinleyicilerle konuşması bir biri ile zıttır. Atatürk’ün Grace M. Ellison’a düşüncelerini bütün içtenliği ile tam olarak söylerken mensubu olduğu Aziz Türk Milleti mensuplarından gizlemesi mümkün değildir. Yeryüzünde onun gibi kendi milletine açık yürekli ve saygılı bir önder nadir çıkmaktadır.
26 Mayıs günü saat 18.10’da Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Bursa Türk Ocağı’na bir gezi yapmıştır. Bursa Türk Ocağı Selbaşı Köprüsü’nün yanı başındaki “bahçeli kahve”ydi. Burada halkın ve ocaklıların sevgi gösterisiyle karşılanan Cumhurbaşkanı’na, üyelerden Nazif Bey (olasılıkla Dr. Nazifi Şerif Nabel) tarafından yapılan çalışmalarla ilgili bilgiler sunuldu.
27 Mayıs 1926 Perşembe günü Vakit gazetesinde, Cumhurbaşkanı'nın Bursa Türk Ocağı'ndaki incelemeleri ve uyarılarıyla ilgili olarak şu ha¬ber yer almıştır (sadeleştirerek):
"Gazi Paşa Hazretleri Ocaklılarla söyleşileri sırasında çalışmanın, özellik¬le çok sıkı bir etkinliğin ulusumuz için pek gerekli olduğundan söz ettiler. Daha sonra dinsel sorunlar hakkında değerli uyarılarda bulunarak, ibâdetimizde, Kuran’ın Türkçe’sini kullanmaklığımızı bildirdiler ve bu konuda açıklamalar yaptılar. Bundan sonra köylünün çalışmaları ile ilgili bazı sorular sordular. Ve daha sonra otomobilleriyle köşklerine geri döndüler . "
Bu ziyaret bir başka kaynakta şu şekilde özetlenmektedir: Atatürk, zaman zaman Kur'an okuduğunu bizzat kendisi ifade etmiştir. Kur'an'daki bazı ayet ve surelerin Atatürk'ün ol¬dukça fazla dikkatini çektiği görülmektedir. Atatürk, Kur'an okumalarında özellikle bu ayet ve sureleri tercih ettiğini söyle¬mektedir. Kur'an'da Atatürk'ün dikkatini en fazla çeken surelerin başında, Yasin Suresi gelmekteydi. 1926 yılının 22 (26) Mayıs günü Bursa'da Türk Ocağı'nı ziyaret eden Atatürk, burada bulunanlara değişik konularda sohbet ederken söz din konusundan açılmış ve yaklaşık bir saat bu konu üzerinde konuşulmuştu. Bu sohbet sırasında Atatürk kişisel yaşantısında dinin yerine değinmiş ve şu çarpıcı sözleri söylemişti:
"Evet, hakikaten Kur'an'da çok büyük hikmetler ve düstur¬lar vardır. Hele Yasin Suresi ne şahane yazılmıştır. Ben Kur'an okumak istediğimde çok defa Yasin Suresi'ni okurum. "
Atatürk Kur'an söz konusu olduğunda oldukça hassas davranmaktaydı. O, Kur'an-ı Kerim'in anlaşılarak, ayetlerini üzerinde düşünülerek okunmasından yanaydı. Kur'an'ın Türkçe anlamına büyük önem veriyordu. Kur'an konusundaki bir diğer hassasiyeti de Kur’an’ın doğru ve güzel okunmasıydı. Kendisi başka birine Kur'an okutup dinleme ihtiyacı duyduğunda, hafızın ayetleri yanlış okumamasına ve güzel bir ses tonuyla okumasına azami dikkat gösterirdi . Daha ileri bir tarihte Atatürk'ün yani 1930-1931 öğretim yılında Samsun Lisesi'ne yaptığı ziyaret esnasında Felsefe dersi hocasıyla arasında geçen konuşma da Cumhuriyet'in ilk yıllarında din öğretimi konusunda yaşanan gelişmelerin yanlış din eğitim ve öğretimini ortadan kaldırmak amaçlı olduğunu göstermektedir. Söz konusu derste Atatürk, dersin hacası Şehid Bey'e "Muallim bey, Allah var mı, yok mu? ... Varsa niçin var, yoksa niçin yok, bu mevzuda bilgi verir misiniz?" diye sormuş, Şehid Bey de Doğu'da ve Batı'da bu konuda söylenenleri aktardıktan sonra, "Bendenize sorarsanız, ben "Allah vardır" diyorum ve buna inanıyorum. Neden derseniz, çünkü anamdan, atamdan, ninemden dedemden bu inanç sürüp gitmiştir. Bu inancımdan bir zarar değil, manevi ve ruhi bakımdan fayda gördüm, dar zamanlarımda kuvvet aldım, böylece inanıyorum" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Atatürk; "Çocuklar, çok değerli bir hocanız var. Kendisinden azami surette yararlanmaya çalışınız. Kendisini çok takdir ettim. Evet, Allah fikri, hocanızın da söylediği gibi, babadan, atadan gelen bir inanç olarak sürerse de değerli bir Tanrı buyruğu olan Kur'an ile İslamiyet en son ve en ileri bir din olarak akla, mantığa dayanan en değerli ve en doğru bir dindir. Biz de hepimiz Allah'a inanıyoruz." demiştir .
Birinci Tarih Kongresi 2-11 Temmuz 1932 tarihleri arasında Ankara Halkevi'nde toplanmıştı. Kongre sonunda katılımcılara Marmara Köşkü'nde bir çay ziyafeti verilmişti. Atatürk'ün çevresini saranlar gelişigü¬zel sorular soruyorlardı. Bir öğretmen şöyle bir soru yöneltti:
"Paşam! Din lüzumlu bir şey midir? Hilafetin kaldırılması iyi mi olmuştur?"
Atatürk bu soruya gayet sakin bir tavırla hemen şu yanıtı verdi:
"Evet din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına im¬kan yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allahla kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi çıkar temin eden kimseler, menfur kimselerdir. İşte biz bu vaziyete mu¬halifiz ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. Dinle Hilafeti birbirinden ayırt etmek ıazımdır. Birincisi ne nadar faydalı ise ikincisi o kadar lüzumsuz bir hâl almıştır. Hilafeti kaldırdığı¬mız günden bu güne hadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine ve şimdi de yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir? "
Atatürk'ün dinsiz, İslam'a tümden karşı olduğu, dini isteklere hoşgörü göstermenin Atatürkçülükten ve laiklikten taviz vermek manasma geldiği düşüncesi, hiçbir ilmi temele dayanmadan kasıtlı olarak yayılmak istenmiştir. Böyle düşünenler sürekli propaganda ile dinin gerici bir akım, İslami fikirlerin Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı olduğu yolundaki yanlış bilgileri yaymaktadırlar. Millî bir değer olan Atatürk'ü istismar ederek, inanan kişileri haksız yere Atatürk düşmanı olarak tanıtmakta ve bu yolda Atatürk'ü de, gene haksız yere, dine karşı bir kişiymiş gibi göstererek o büyük adı kendilerine kalkan yapmaktadırlar. Bu da millî birliğimizi zedelernekıedir. Ülkemizde hâlâ Atatürk'e sığınılarak yürü¬tülen din düşmanlığı yanında bir de dine sığınılarak yürütülen Atatürk düşmanlığı vardır. Gerek Atatürk lehine din aleyhtarlığı yapılırken, gerek din lehine Atatürk aleyhtarlığı yapılırken, Atatürk'ü dine karşı gös¬terme taktiğinde birleşen fakat maksatları ve hedefleri değişik olan bu iki ayrı kesimin propaganda ve baskı gücü öyle boyutlara varmış ki, dindar olmakla Atatürkçü olmak birbirine zıt olarak değerlendirilmiş; bunlardan birine müminlik, diğerine kafirlik gözü ile bakılmaya kadar gidilmiştir . Atatürk, dini, insanı insan yapan niteliklerden biri olarak değerlerı¬dirir. O, dinin sosyolojik bir olgu ve psikolojik bir gereksinme olduğu¬nun bilincindedir. Dinin varlığına ve gerekliliğine inanan bir insandır. Atatürk'e göre din, özü itibarıyla insanların ruhi ve manevi hayatlarını dolduran, düzenleyen, onları iyilik ve erdemliliğe yönelten, güven duy¬gusu veren ve bu nedenlerden dolayı toplumu etkileyen bir kurumdur. Bir toplantıda din konusu konuşulurken. Atatürk şu açıklamayı yapar: "Din insanların gıdasıdır. Dinsiz adam boş bir eve benzer. insana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu elbette en mükemmelidir. İslam dini hepsinden üstündür ”.
Atatürk İslam dini için bu yüceltici sözleri söyler fakat öteki dinlere ve inanç sahiplerine de saygılıdır. Zaten laikliğin özü inanların inan¬cına da inançsızlığına da saygı duymak ve karışmamaktır. Azlığın çok¬luk karşısında korunmasıdır. Bu sözler de Mustafa Kemal'e aittir: "Fakat bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imka¬nı yoktur. Bu bahisle sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bir sözü ne için söyledim onu arz edeyim: Dinsiz kimse olamaz. Bu genelleme içinde şu din veya bu din demek değildir. Tabiatıyla biz içine girdiğimiz dinin en çok isabetli ve çok olgun olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu inanışı nurlandırman lazım, temizlendirmek, güzelleştirmek lazımdır ki, hakikatten kuvvetli olabilsin. Yoksa inanışımız çok zayıf insanlardan sayılı olur ".
Atatürk’ün, kendinden önceki büyük toplumsal dönüşümcülerden ve devrimcilerden en büyük farkı, din konusu üzerine ciddi bir şekilde eğilme ihtiyacı duymasından kaynaklanmaktaydı. Dünya tarihine ge¬çen devrimcilerin neredeyse tamamına yakını, toplumsal değişim pro¬jelerinde din olgusuna pozitif anlamda, Mustafa Kemal Atatürk kadar yer verme gereği duymamışlardı. Bu devrimcilerin büyük kısmı, tam aksine din olgusunu görmezlikten gelmişler ya da bu olgunun toplumu zehirleyen bir afyon, uyuşturucu olduğunu belirtip kökünden söküp atmaya çalışmışlardı. Atatürk'le çağda olmaları açısından Lenin, Stalin ve yakın dönem dünya siyasal tarihinin önemli devrimcileri buna bir¬kaç örnektir. Bütün bu liderler din olgusuna karşı adeta sava açmışlar, dine sadece toplumsal değil, kişisel alanda da müdahale etme ihtiyacı hissetmişlerdi. Toplumların ekonomik, siyasi ve kültürel yönlerden kalkındırmaya çalışırken yaptıkları propaganda konuşmalarının ve ver¬dikleri söylevlerin önemli bir bölümünü dinin zararlarına ayırmışlardı. Açıkça ateistileştirme(dinsizleştirme) politikasını takip etmişlerdi. Bu tür ateistleştirme politikasının uygulandığı ülkelerde bütün dinler ağır bir dille eleştirilmiştir. Bu politikanın en canlı olduğu ülke Lenin ve Stalin dönemlerindeki Sovyetler Birliği'ydi. Bu dönemde Sovyetler Birliği'nde tüm dinlere karşı adeta bir savaş yürütülmekteydi...Atatürk, kendisi gibi toplumsal dönüşüm gerçekleştirenlerden farklı olarak, dinsizleştirrne propagandasına, gizli ya da açık şekilde hiçbir zaman başvurmamıştı .
Grace M. Ellison’a bütün bu belgelere ve açıklamalara rağmen itimat edenlere hiçbir sözün gereği yoktur. Önce tarih bilinci ile dostu düşmandan ayırt etmek gerekmektedir. “Tarih Bilinci” ise tarihî olayları “değerlendirmek”, “anlamak ve idrak etmekle ” kazanılır. Grace M. Ellison’un bütün eserleri dikkatli tarandığında İngiliz İstihbaratına hizmet etmesi muhtemel bazı görevlilerin açık ismini yazmaktan kaçındığı görülür. Örneğin “Pera’da (Beyoğlu) bu Noel’de (Türkiye’de geçirdiği dördüncü Yılbaşı Yortusu) Mr. D—ile otelde hoş bir akşam yemeğinden sonra beni bir kiliseye götürmesini istedim ” “Ertesi günü Mr. D. —'ye bütün öfkemi boşalttım. "Bu insanlar, burada eğlenmenin ne anlama geldiğini bilmiyorlar mı? Roma yanarken Neron lir çalıyordu. Bu insanlar burada zavallı kadınla¬rın kırık kalplerinin şarkısının dansını yapıyorlar. Birisi bir göm¬lek şarkısı çıkartsa insanlar zıplayıp anıracak ."Yıllar önce tanıdığı yaşlı bir adam için “On yıl önce Yarbay Z. İle yürürken bu pencerede onu fark etmiştim ” diye yazarken Yarbay’ın ismini gizlemektedir.
1908 II. Meşrutiyetin ilanından sonra II. Abdülhamid Han Selanik’e sürgüne gönderilmiştir. Fethi Okyar da padişahın yanında bir süre yaveri olarak zaman zaman sohbetlerde bulunmuştur. Özellikle II. Abdülhanid Han’a Yıldız Hafiye (Casusluk) Teşkilatı konusunu sorular sorduğunda onun verdiği cevaplardan biri ilginçtir: “Mesela, çoğumuzun hayran olduğu İngiltere’de, bütün İngilizler, İntellicens Servisi’nin (Intelligence Service) tabiî azâsı imişler .” Bu ifade tartışılabileceği gibi İngiliz Gizli Servisin ahtapot gibi bütün toplumu kendisine ram ettiğini göstermesi açısından önemlidir.
Grace M. Ellison, II. Abdülhamid Hanla görüşmüş ve ona bakışı tamamen satırlarına Ermeni Komitacılarının bakışından yansımıştır. Sultan Reşad’la görüşmeleri ve İstanbul ailelerinden gördüğü iltifatlarla kendisini güvenilir bir gazeteci hüviyetine çıkarmıştır. Turkey To-day kitabının önsözünde “1922 sonbaharında, Ankara'yı Türkiye'nin geri kalanından ayıran süngü hattının arkasına geçmesine izin verilen tek İngiliz bendim” diyerek de övünmektedir. Bu güveni maalesef suistmal etmiş, kendisine gösterilen tüm iyi niyet çabalarını boşa çıkarmıştır. Boşa çıkarmakla kalmamış Mustafa Kemal Atatürk’e iftira atmak bedbahtlığını da göstermiştir.
1922 sonbaharında kendisinin tek İngiliz (!) olarak Türkiye’yi dolaştığını söyleyen ve dolaşan Grace M. Ellison’a şu soru sorulması gerekmektedir. Acaba tek İngiliz sizdiniz de 1922 yılında Türkiye hakkında yıllık raporları İngiltere ’ye siz mi gönderdiniz? Düşman Anadolu’dan kovulduktan sonra İngiliz istihbarat subaylarının Ankara dâhil haber toplaması mümkün değildir. Çünkü ülkeden deport (sınır dışı) edilmişlerdi. Deport edilmeyen/edilemeyen gazeteciler, azınlıklar ve bilinmeyen işbirlikçilerdi.
Bir İngiliz milliyetçisi hatta ırkçısı olan Grace M. Ellison, o yıllarda Türklerin İngilizlere karşı tepkisini umursamadan Anadolu’yu dolaşırken İngiliz Bayrağı aramış onu bulunca yanından ayırmamıştır. Bir insanın bayrağını sevmesi kadar tabii bir şey olamaz. O savaş süresince insanî amaçlarla yaklaşım altında adeta örtülü bir şekilde Türk Millî Mücadelesine meydan okumuştur. Almanya-Fransa-İngiltere, Almanca-Fransızca-İngilizce rekabetinde Osmanlı dönemi ziyaretleri dâhil âdetâ İngiliz İstihbarat Servisi görevlisidir. Osmanlı sosyetesini kullanarak Pierre Loti gibi Türk dostu görünen Fransız ajanına yakınlığı İngiliz-Fransız rekabetinin tezahürüdür. Grace M. Ellison’da Türk dostluğu maskesi altında çok rahat ajanlığını icra etmiştir.
1923 yılında Lozan’da kaleme aldığı “Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuva-i Millîye Ankarası” kitabının önsözünde “Eskiden İngiltere, başta bütün ülkeler arasında, Türkiye’de en çok sayılan ülkeydi. Türkiye’de İngilizce olarak kullanılan kelimenin tam anlamıyla bir centilmen olmak, Türklerin en büyük ideali idi. İngiliz malları, Fransızlarınkinden üstün tutuluyordu. Bu onların daha mükemmel ve daha iyi oluşundan değil, yalnızca İngiliz oluşundandı. Bizim ideallerimiz, bizim politikamız ve şunu da ekleyeyim bizim mürebbiyelerimiz, Türklerin gözünde adeta kutsaldı ”. Onun şu ifadeleri Fransız gizli servisinin dikkatlerinden kendisinin kaçmadığını göstermektedir: “Benim adalet duygumun acayip sonucudur ki Fransız gizli servisince ben Lloyd George'un yeğeni olarak biliniyorum. Bir zamanların parlak Başbakanı Mösyö Briand bizim merhum Başbakan Lord Robert Cecil'e yaptığı şiddetli saldırıları kitap halinde bastırdığı zaman, benim ona cevaplarımı da basmıştı. Şöyle diyordu: "Lord Cecil benim söylediklerimde bir gerçeklik payı olduğunu kabul etmedi. Fakat o, bir İngiliz kadınına itiraz etmeyi de göze alamıyordu. Ben savunmamı gazetede bastırdıktan kısa bir süre son¬ra, Chicago'nun büyük gazetelerinden birinin muhabiri Lloyd George'tan "benim amcam" diye bahsetti. Ben buna, böyle bir akrabalıktan şeref duymayacağımdan değil, böyle bir iddiada bu¬lunmadığım için itiraz ettim. O da cevabında "Aziz bayan, senin küçük oyununu bozacağımı düşünme." dedi .
Diğer eserleri de dikkatli bir analize tabii tutulduğunda onun istihbarat yönünü fark etmemek mümkün değildir. Grace M. Ellison’a Atatürk dostu, demek Atatürk’ün “âdetâ casûs” tespiti ile çelişkiye düşmektir.
Ellison, sürekli olarak bütün eserlerinde Türk dostu olduğunu söyler ve safdil İstanbul’daki dostlarının ağzından bunu yineletir. Söylenmeyen bir şeyi yazmadığını özen gösterdiğini ifade etse de tekzibe uğrayacak kadar Ankara Hükümetinin dikkatini çekmektedir. Bütün bunlara rağmen Mustafa Kemal Paşa ile 1923 yılında İngiltere’ye dönmeden onunla tekrar röportaj yapabilmesi ise Paşa’nın onu daha iyi tanımak ve çözmek niyetinde olduğunun göstergesinden başka bir şey değildir. Turkey To-Day (1928) isimli eserinde yazdıkları ise hiçbir kaynakta teyit edilemeyecek sadece kendisine ait kurgulardır. Gazeteci ve istihbaratçı Grace Ellison’da bir yetenek varsa Mustafa Kemal Paşa’da binlerce yetenek bulunmaktadır. Çünkü Atatürk daima tarihe her konuda belge bırakarak yaşamıştır. Onun hayatı ve düşünceleri de düzgün/ dosdoğrudur. Dost ve hatta düşmanları bunu kabul eder. Bundan bir tek İngilizler ve İngiliz yönlendirmeleri istisnadır.
Netice
Atatürk’ün “âdetâ câsûs” dediği gazeteci Grace M. Ellison’nun sözlerini kaynak olarak göstermek öncelikle bilimsel değildir. Bu tavır Türkiye ve Atatürk aleyhine dört dörtlük casusluk operasyonuna bilmeden veya bilerek hizmet etmektir. Grace M. Ellison’nun çalışmaları ve kitapları dikkatli bir incelemeye tabii tutulduğunda Atatürk’ün nezaketle ifade ettiği“âdetâ câsûs” tanımı hafif kalmakta ve onun MI-6 ajanı olduğu anlaşılmaktadır. Yine Türkiye’de bir takım kişilerin Grace M. Ellison’nun eserini kaynak göstererek Mustafa Kemal Paşa’yı dinsizlikle itham etmesi hiçbir vicdana ve akla sığmayacak mantık tutulması ve ego şişmesiyle beraber dengesiz/ön yargılı bir yaklaşım örneğidir. Mustafa Kemal Atatürk Osmanlı Döneminde Almanya-İngiltere-Fransa-Rusya vd. rekabet alanına dönüşen vatan toprağını her türlü yabancı hayranlığından ve körlüğünden kurtarmıştır. Bunu kabullenemeyen her Avrupa Devleti Atatürk’e gizli veya açık savaş açmıştır. Fakat Atatürk çağını aşan bir önder/dahi insan olduğu için her konuşması arşivlerde ve el yazmaları ile tarihe suiistimal edilemeyecek notlar bırakmıştır. Onun düşüncelerini hiç kimse çarpıtamayacaktır. Düşünceleri ile yaptıkları çok açık ve berraktır. Onu sadece bulanık zihinler ve gözler görmemekte anlamamaktadır. Fakat onu anlayan bir “Türk Gençliği” ve “İnsanlık” daima büyüyen bir coşkuyla durmaktadır. Bütün mazlum milletler onun fikirleri ile aydınlanmakta, emperyalizm mazide olduğu gibi onun örnek davranış ve fikirleri ile gelecekte kaçınılmaz yıkılışına yürümektedir.
Kısaca istihbarat uzmanları tarafından Grace Mary Ellison'ın kitapları, Pierre Loti ile ilişkileri ve saha çalışmaları incelendiğinde onun İngiliz devlet operasyonunun önemli bir halkası olduğu anlaşılacaktır. Araştırıldığında onun dipsiz bir kuyu olduğu görülecektir. Bu makalede konuyu dağıtmamak açısından Grace Mary Ellison'ın istihbaratçı gazeteci boyutlarına çok fazla değinilmemiştir. Bununla beraber Mustafa Kemal Atatürk'ün onun hakkındaki “âdetâ câsûs” tespitinin ne kadar isabetli olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin istihbarat elemanları bazı profesyonel gazetecilerle irtibat halinde olurlar. Bu onların bilgi alışverişinde bulunması ile birlikte özellikle İngiliz istihbaratının sahte belge oluşturma faaliyetlerinden birini de içermektedir. Özellikle bu sahte belge intikam alacakları bir kişi ise bunun sonuçları için yıllar değil yüz yıllarca bekleyebilmektedirler.
Teşekkür: “İngiliz Gazeteci “Ajan” Grace Mary Ellison” başlıklı bu makalenin hazırlanmasında önemli kaynakları temin eden Eskişehir Yediler Kültür Merkezi’nden Murat TİN, İsmail ÇAYIR ve Zeki ŞİMŞEK Beylere teşekkür ederim.
Kaynaklar
Akkılıç Y. (2009). Atatürk ve Bursa, Nilüfer Akkılıç Kütüphanesi Yayınları, Bursa.
Atatürk M. K.(1970). Nutuk, II. Cilt, 1920-1927, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul.
Atatürk’ün Not Defterleri (2019). Cilt XII, T.C. Genelkurmay Başkanlığı, Ankara.
Atatürk’ün Bütün Eserler (2004), Heyet, Genel Yönetmen: Şule Perinçek, Cilt 14 (16 Ekim 1922-27 Ocak 1923), Kaynak Yayınları, İstanbul.
Ayhan H. (2000). Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimine Genel Bir Bakış: Atatürk'ün İslam Dini ve Din Eğitimi Hakkındaki Görüşleri M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 18, 5-27.
Borak S & Kocatürk U(Haz.) (1972). Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri: Cilt II (1920–1938), Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları.
Borak S (Derleyen) (1997). Atatürk’ün Armstrong’a Cevabı, “Bozkurt” Kitabındaki Yanlışlar ve Çarpıtmalar, Kaynak Yayınları, İstanbul.
Bryce J-Arnold Toynbee A. (2006). Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916. Cilt I-II, Çevirenler Tuygan-Jülide Değirmenciler, İstanbul.
Çetin N. (2010). Edebiyat ve Bilinç, Pierre Loti’nin Gerçek Kimliği, Öncü Kitap, Ankara.
Çoban Döşkaya F.(2016), Grace Ellison: Türk Hareminde Bir İngiliz Kadını, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XVI/33 (2016-Güz/Autumn), s. 93-104.
Derer M. ve ark.,(1973). Atatürk’ün Özel Kütüphanesinin Katologu, Hazırlıyan: Millî Kütüphane Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Cumhuriyetin 50. Yıldönümü Yayınları, Ankara.
Ellison G. M. (2007) (1915) An Englishwoman in a Turkish Harem. Cultures in Dialogue Series One. Gorgias Press, New Jersey.
Ellison G.M. (1973), Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuva-i Millîye Ankarası, Milliyet Yayınları, Türkçesi: İbrahim S. Turek, İstanbul.
Ellison G.M. (1928), Turkey To-day, London t y. Hutchinson and Co.Ltd.
Fethi Okyar F. (1980), Üç Devirde Bir Adam, Yayına Hazırlayan: Cemal Kutay, Tercüman Yayınları, İstanbul.
Güler A(2016). Atatürk ve İslam, Halk Kitabevi, İstanbul.
Karaosmanoğlu Y.K. (2007). Atatürk, Remzi Kitapevi, 10. Baskı, İstanbul.
Kasapoğlu A. (2006). Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İlgi Yayınları, İstanbul.
Kocabaş S. (1019). Bir Medeniyetler Analizi ve Türk-Batı Kavgası “Celladına Âşık Olmak”, Vatan Yayınları, İstanbul.
Lewis R. (2006). Oryantalizmi Yeniden Düşünmek, Çeviren: Beyhan Uygun-Aytemiz, Şeyda Başlı, Kapı Yayınları, İstanbul.
Meydan S. (2003). Bir Ömrün Öteki Hikâyesi, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
Mithat A.H. (1946). Hâtıralarım 1872-1946, Güler Basımevi, Galata, İstanbul.
Mütercimler E. (2008). Fikrimizin Rehberi Gazi M. Kemal, Alfa Yayınları, İstanbul.
Nur R. (1992). Hayat ve Hatıratım, I-III. Cilt, Yayına Hazırlayan: Abdurrahman Dilipak, İşaret Yayınları, İstanbul.
Nur R.& Ellison G.M. (2007). İlk Meclisin Perde Arkası, (1920-1923), Örgün Yayınevi, İstanbul.
Öke M.K. (1988), İngiltere’nin Güneydoğu Anadolu Siyaseti ve Binbaşı E.W.C. Noel’in Faaliyetleri (1919), TKAE, Ankara.
Özdemir A.R. (2019). Atatürk ve İslam, Kripto Yayınları, Ankara.
Özgen Y (Editör) (2024). Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C-I-II-III, Atatürk Araştırma Merkezi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara.
Satan A (Hazırlayan) (2011). İngiliz Yıllık Raporları'nda Türkiye (1922), Çeviri: Ayşegül Angı, Tarihçi Kitapevi, İstanbul
Yorumlar
Kalan Karakter: