“Bir kentin vicdanı, sabahın erken saatlerinde kimin ayakta olduğuna ve kimin sorumluluk aldığına bakılarak ölçülür.”
Sabah beş ile altı arası uyanırsınız.
Yaz mevsimi olsa bile, gündüzün kalabalığından arta kalan bir serinlik olur havada. An itibariyle Kışın En soğuk günlerindeyiz.
Şehir henüz konuşmaya başlamamıştır; ama hayat çoktan ayaktadır.
Sokağa inersiniz.
Sokağınızı temizleyen emekçiyi görür, “Kolay gelsin” dersiniz. Yetmez.
Koşar adım en yakın İzmit simidi fırınına uğrar, sıcak sıcak yetiştirmeye çalışırsınız. Belki bir çay, belki kısa bir sohbet…
Bunlar büyük işler değildir; ama şehri ayakta tutan küçük, sessiz bağlardır.
Ardından ezan sesi yükselir.
Bir çağrıdan çok, insana yaşamındaki sorumlulukları hatırlatan bir eda vardır o seste.
Hayatın sadece bize ait olmadığını, bir düzenin ve bir emanetin parçası olduğumuzu fısıldar.
O erken saatlerde okula giden gençler çarpar gözünüze.
Uykulu ama kararlı adımlar…
Ve insan, farkında olmadan kendi içine dönmeye başlar.
“Arkadaş,” dersiniz kendi kendinize,
senin ne hakkın var bu gençlere;
daha kirli bir çevre,
daha kırılgan bir ekonomi,
daha adaletsiz bir dünya bırakmaya?
Sözde onları çok seviyoruz.
Sözde her şeyi onlar için yapıyoruz.
Ama gerçekte;
konforumuzdan vazgeçmeden,
alışkanlıklarımızı sorgulamadan,
sorumluluğu hep başkasına bırakarak…
Daha öğlen olmadan zihnimiz hangi konulara dalıp gidiyor.
Oysa yapılacak çok iş var.
Ertelenecek zaman yok.
Bu şehir;
sabahın bu sessiz saatlerinde ayakta duran insanların omuzlarında duruyor.
Ve bu ülke;
sorumluluğu sözle değil, hayatıyla alanların sayesinde yarına taşınıyor.
Belki de asıl mesele şudur:
Günün geri kalanında yaptıklarımız,
sabah kendimize sorduğumuz bu sorulara gerçekten yakışıyor mu?
Buradan sonrası için yazı devam edebilir.
Ama belki de gerek yok.
Çünkü gerisini;
herkes kendi hayatında,
kendi vicdanında,
kendi belleğinde yazmalı.
Yorumlar
Kalan Karakter: