Eskiler ne güzel söylemiş, değil mi? "Adın ne Reşit? Sen söyle, sen işit."
Biz bu sözü yıllarca, lafın havada kaldığı anlarda, dudak büken bir gülümsemeyle söyledik durduk. Bir latife sandık, gelip geçici bir sitem bildik.
Ama yanıldık.
Bugün bu cümle, bağımlılık bataklığında çırpınan bir neslin, üzerine kilit vurduğu o kapıların ardındaki sessiz çığlığıdır artık. Bir tekerleme değil; soğuk, sağır ve ölümcül bir yalnızlığın en kısa tanımıdır.
Düşünün... Bir genç, gece yarısı titreyerek aynadaki yorgun aksine bakıp, gözyaşları içinde 'Bu son, yemin ederim bu son' dediğinde, o yemin sadece duvarlara çarpıp geri dönüyorsa; işte orası 'Reşit’in' dünyasıdır. Söyleyen kendisi, işiten yine kendi çaresizliğidir.
Peki ya biz? Bizler, yani toplumun 'sorumlu' yetişkinleri... Işıltılı salonlarda, lüks masaların etrafında toplanıp, birbirimize cafcaflı raporlar sunarken, birbirimizi alkışlarken; o odadaki çocuğun boğuk sesine sağır kalıyorsak, bizim yaptığımızın adı 'mücadele' midir? Yoksa biz de koca bir kalabalık içinde kendi yankımızda mı boğuluyoruz?
Ve biz... Toplum olarak, aileler olarak, yetkililer olarak süslü salonlarda toplanıp, birbirimize ne kadar "başarılı" projeler yaptığımızı anlatırken, aslında o odadaki çocuğun çığlığına sağır kalıyorsak; bizim yaptığımız da tam olarak budur: Biz söyleyelim, biz işitelim.
En Zor Savaş: İnsanın Kendisiyle Olanı
Bağımlılık dediğimiz şey, öyle insanın kendi kendine mırıldanması falan değildir; kişinin kendi gölgesiyle giriştiği, galibi olmayan kanlı bir boğuşmadır.
O bataklığa düşen için gün, güneşle doğmaz; göğsüne oturan ağır bir pişmanlıkla başlar. Aynanın karşısına geçer, yüzüne çarparcasına o meşhur yeminini eder: "Bugün bitti. Bu zinciri kırıyorum, vallahi kırıyorum."
Ama ne acıdır ki; bu haykırışı duyan da, başını sallayıp onaylayan da, buna inanmak isteyen de sadece kendisidir. Güneş batıp da o lanet yoksunluk bastırdığında, irade gevşediğinde; sabah aynaya meydan okuyan o kahraman, akşam o çaresiz çocuğa yenilir. Verilen sözler, o odanın boşluğunda birer buhar olup uçar.
Buradaki "Reşit", bir isimden çok daha fazlasıdır; aramızda dolaşan, belki koluna girdiğimiz, belki yanından geçip gittiğimiz gizli bir kimliktir.
Reşit kim mi? Okul formasıyla neşeyle koşturması gerekirken, omuzları çökmüş o liseli kızdır Reşit. İş yerinde "her şey yolunda" maskesi takıp gülücükler dağıtan ama içi kan ağlayan o saygın babadır. Geleceğe umutla bakması gerekirken, bir ekranın ışığına hapsolup gençliğini tüketen üniversiteli delikanlıdır.
Onlar söyler, onlar işitir... Çünkü bağımlılık, insanı en kalabalık meydanlarda bile yapayalnız bırakan, dış dünyanın sesini kısıp sadece o zehirli dürtülerin sesini açan görünmez bir zindandır. O zindanda, "ötekine" yer yoktur.
Ta ki, biri o duvarı yıkacak, o eli uzatacak cesareti gösterene kadar...
Ama asıl soru şu: İçeriden sürgülü o kapıyı, dışarıdan kim, nasıl kıracak?
Gelelim Çuvaldızı Kendimize Batırmaya...
Madalyonun öteki yüzünde biz varız... Hani şu "kıyıdakiler", hani şu "tuzu kurular". Bizler bağımlılıkla mücadeleyi, kuşe kağıda basılı afili broşürler dağıtmaktan, "Aman ha, ocağın söner!" diye parmak sallamaktan ibaret sanıyorsak; kusura bakmayın ama biz de en az o "Reşit" kadar kendi hayal dünyamızda yaşıyoruz demektir.
Gecenin bir körü... Ev ahalisi uykuda. O delikanlı, yorganın altında telefonunun o soğuk ışığına gömülmüş, tek başına o sanal kumar bataklığında gençliğini bozuk para gibi harcıyor. Biz ona; "Hangi derdin var da o ekranın içine saklandın? Hangi yangını söndürmek için bu illeti merhem sandın?" diye sormadan, sadece "Yapma, günahtır, yazıktır!" diyorsak... İşte bu da bizim monoloğumuzdur: Biz çalarız, biz oynarız.
O çocuk orada "Yanıyorum!" diye sessizce çığlık atarken, bizim kalkıp ona "Ateş yakar evladım" diye nutuk çekmemiz marifet mi? Bu, yangını söndürmez; sadece o çocukla aramızdaki uçurumu büyütür. Analar babalar "Biz nerede hata yaptık?" diye dizlerini dövüyor. Ama o diz dövme sesi bile o kadar yüksek ki, çocuğun iniltisini yine duymuyorlar. Kendi vicdanlarını rahatlatma derdindeler, çocuğu anlama derdinde değil.
O Gönül Kapısı Nasıl Açılır?
Bu sağır edici döngüyü kırmanın, o kilitli kapıları açmanın tek bir yolu var. O da kapıyı omuzlayıp kırmak değil, usulca, edeple tıklatıp içeri girmektir.
Mesele, "Adın ne Reşit? Sen söyle, sen işit" tekerlemesini çöpe atıp; o çocuğun omzuna dokunup; "Sen söyle evlat. Ben buradayım. Yargılamadan, kızmadan, sadece seni can kulağıyla duymak için buradayım" diyebilmektir.
Gelin bugün bir söz verelim. Şu süslü raporları, ezberlenmiş o soğuk nasihatleri bir kenara bırakalım. Bir gencin gözünün içine, ama gerçekten yüreğine değecek kadar içine bakalım.
Eğer biz susup, onları dinlemeyi başarırsak, o "Reşit"lerin adı değişecek. İsimleri; "Umut" olacak, "Can" olacak, yeniden "Hayat" olacak.
Ama dinlemezsek... Korkarım ki yarın o kapalı kapıların ardındaki odalardan, o telefon ışığının vurduğu solgun yüzlerden ne bir ses gelecek, ne de bir nefes. Ve geriye, rüzgârda savrulan, musalla taşının başında fısıldanan o acı gerçek kalacak:
"Adın neydi çocuk? Sen söyledin, sen bağırdın, sen haykırdın... Ama biz işitmedik. Affet bizi..."
Yorumlar
Kalan Karakter: