Elime aldığım her 50 lira, sadece bir ödeme aracı değil, aynı zamanda tarihimizin derinliklerinden gelen hüzünlü bir fısıltı taşıyor benim için. Arka yüzündeki zarif hanımefendi portresi, gözlerime her takıldığında içimi bir sızı kaplar. O sadece bir resim değil; o, bu topraklarda kadının gücünün, aklının ve ne yazık ki, acısının bir timsali: Fatma Aliye Hanım.
O, sadece banknotlarımıza basılan ilk Türk kadını olmakla kalmadı. O, kalemini eline alıp suskunluğu boğan ilk Türk kadın romancıydı. Kelimeleri bir köprü gibi kurup farklı kültürleri birleştiren ilk kadın çevirmendi. Eserleri Batı'ya ulaşan, zihinleri ve gönülleri aşan ilk Türk kadın yazardı. Ve evet, kendi çağının ötesine geçerek, kadının değerini haykıran Osmanlı'nın ilk muhafazakâr feministlerinden biriydi. Soyu deseniz, ayrı bir gurur tablosu: Ahmet Cevdet Paşa'nın kızı, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa'nın gelini… Ne parlak bir geçmiş, ne kudretli bir duruş, değil mi? Bu denli asil bir ruhun, bu denli güçlü bir kalemin, nasıl bir acıyla sınandığını düşünmek bile insanı derinden etkiliyor.
Ama her parlak madalyonun bir de saklı, acı bir yüzü vardır. Fatma Aliye Hanım'ın hikayesi de tam bu noktada yürekleri dağlar. Aydınlık fikirleri, Batı'nın faydalı yanlarını alma arayışı, onu iki kızını bir Fransız okuluna göndermeye iter. Belki de en iyi niyetiyle, evlatlarının önünü açmak, onlara daha geniş ufuklar sunmaktı tek arzusu. Ne yazık ki, bu masumane adım, korkunç bir faturayla döner. Kızlarından İsmet, okulda Hristiyanlık propagandalarına maruz kalır, ruhu yavaş yavaş zehirlenir. Ve bir gün, gurbet elde kopan o acı haberle, anne kalbi paramparça olur: "Anneciğim, ben artık geri dönmeyeceğim… Ben bir Katolik rahibesi oldum…"
Bu sözler, bir annenin duyabileceği en büyük yıkımlardan biriydi. Fatma Aliye Hanım için hayat durur. O keskin kalemini bir daha eline almaz, sözleri boğazına düğümlenir. Bütün servetini, dağılan ailesini yeniden bir araya getirmek, kaybolan kızını bulmak için harcar. Ama nafile… Ne o kız geri döner, ne de o anne bir daha huzur bulur. Son nefesinde dudaklarından dökülen o son sözler, bir ömrün yorgunluğunu, bir kalbin tükenişini anlatırcasına yankılanır: "Ölmeden önce ölmek bu olsa gerek…" Ah, ne büyük bir acı, ne tarifsiz bir hüzün!
Peki, bu hüzünlü portre, bu yürek yakan hayat hikayesi bize ne fısıldıyor? Bugün de aynı ikilemle boğuşmuyor muyuz? Evlatlarımızı "en iyi eğitimi alsınlar" diye gönderdiğimiz okullarda, hayatın acımasız rüzgârlarına karşı ne kadar koruyabiliyoruz onları? Zannediyoruz ki, bizden gördükleri temel sağlam, bizden aldıkları değerler onlara yeter. Oysa dış dünya öyle güçlü, öyle baştan çıkarıcı ki, bir evladın kalbini, ruhunu, yönünü bir anda değiştirebiliyor. Fatma Aliye Hanım'ın gözyaşları, bugün de her birimizin kalbinde bir uyarı zili gibi çalmalı.
Şimdi elinizdeki 50 lirayı bir kez daha, bu hüzünlü hikâyenin ışığında düşünün. Bir çikolata almak, anlık bir keyif getirebilir. Ama belki de o 50 lirayla alınacak bir Elif-Bâ, bir Namaz Kitabı, bir Tam İlmihal, evladınızın kalbine Allah sevgisini, Peygamber aşkını, ahiret şuurunu ebediyen nakşeder. Çünkü unutmayalım ki, bugün ne ekersek, yarın onu biçeriz. Bir annenin gözyaşlarıyla yazılan bu ibretlik ders, tüm ümmetin yüreklerine nakşolsun.
Allah bizleri, neslimizi ve geleceğimizi, gözümüzün nuru evlatlarımızı her türlü sapkınlıktan muhafaza buyursun.
Âmin.
Strateji Uzmanı
Gazeteci Yazar
Gökalp Şentürk
Yorumlar
Kalan Karakter: