Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler Günü. Takvim bu özel günü gösterdiğinde hepimizin aklına önce tekerlekli sandalyeler, görme engellilerin bastonları, rampasız kaldırımlar gelir. Belediyeler konuşur, siyasiler konuşur… Konuşulsun da zaten. Eksikleri tamamlamak hepimizin görevi.
Ama bugün ben başka bir engelden, gözle görünmeyen ama insanın yüreğine düğümlenen bir engelden söz etmek istiyorum:
Sözünü ettiğim mesele bağımlılık.
Ve inanın, kaldırımlardaki çukurlardan çok daha derin bir çukurdan bahsediyoruz.
Sandığımızdan Çok Daha Ağır Bir Tablo Mevcut
Resmi rakamlara bakınca insanın içi çekiliyor. İçişleri Bakanlığı’nın, Emniyet’in verileri…
Sadece geçen yıl uyuşturucu suçları nedeniyle işlem gören kişi sayısı 300 binin üzerinde. Bu, buzdağının yalnızca görünen yüzü. Bir de kimsenin duymadığı çığlıklarıyla evlerin içinde eriyip gidenler var.
Utanıp tedavi isteyemeyen, ailesine yük olduğunu düşünen gençler…
AMATEM kapılarının önünden hiç geçtiniz mi?
Sessiz bir yardım kuyusu gibidir orası…
Bir anne, “Yeter ki kurtulsun” diye dua eder; bir genç, “Bir daha düşmeyeceğim” diye kendine söz verir.
Yaşlar her yıl biraz daha düşüyor.
Üstelik dert sadece madde değil; dijital sanal kumar, ekran bağımlılığı, sanal toksinler…
Gencecik fidanlar parmaklarımızın arasından kayıp gidiyor.
Bu, evlerimize kadar sızmış sessiz bir hastalık.
Biz Ne Yapıyoruz? Düşene Bir Tekme Daha…
Dilimize bulaşmış acımasız bir cümle var:
“Kendi etti, kendi buldu.”
Ne kolay söylemesi…
Ama gerçek öyle değil. Bağımlılık; iradenin çürümesi değil, iradenin hastalanmasıdır.
Beynin kimyasını bozan bir illet. Tıpkı şekeri yükselen bir diyabet hastası gibi tedaviye muhtaçtır.
Ve tam da burada bir ayrımı kalın harflerle çizmek zorundayız:
Bu insanlar “engelli” değildir; engellenmiş insanlardır.
Peki kim engelliyor?
Madde mi? Hayır. Madde sadece sonuç.
Asıl engeli biz koyuyoruz: Önyargılarımızla, damgalamalarımızla, dışlayışımızla…
Sokakta, İş Yerinde, Gözümüzde Ördüğümüz Duvarlar
Bir genç düşünün…
Yanmış, yıkılmış, yeniden toparlanmış. Arınmış.
Kendine yeni bir yol çizmek istiyor.
Bir iş yerine gidiyor, kapı yüzüne kapanıyor: “Geçmişin lekeli.”
O kapıyı kapatan biz değil miyiz?
Peki o genci yeniden bataklığa itmiş olmuyor muyuz?
Mahallede yürürken, “Bak şu keş geçiyor” diye fısıldaşmak…
O çocuğun hayata tutunma umudunu yok etmek değilse nedir?
Asıl engel, damarlarındaki zehir değil; bizim kafamızdaki buz tutmuş önyargılar.
Sosyal hayattan dışlamak, bir selamı çok görmek, “Adam olmaz bu” demek…
İnanın, bir insana verilebilecek en büyük zarardır.
Peki Çare Ne?
Bugün madem engelleri konuşuyoruz, gelin bu görünmez engelleri de kaldırmaya niyet edelim.
Devlet tedavi imkânlarını artırıyor, doğru.
Ama mesele yalnızca devletin omzunda taşıyacağı bir yük değil.
İşveren kardeşim;
Geçmişinde hata yapmış ama temizlenmiş bir gence iş vermek, sadece bir maaş bağlamak değildir.
Bir hayata yeni bir sayfa açmaktır.
Şans vermekten korkma.
En büyük dönüşümler bazen en büyük yaraları taşıyan insanlarda olur.
Komşum, arkadaşım;
Ayıplamak kolaydır, dışlamak kolaydır.
Zor olan, düşenin elinden tutmaktır.
“Nasıl düştün?” diye sormak yerine,
“Nasıl kalkarsın?” demeyi öğrenmemiz gereken günlerdeyiz.
Sözün Özü
Bağımlılıkla savaşan insanlar bir yerlerden ithal gelmedi.
Onlar bizim çocuklarımız, kardeşlerimiz, komşumuz, öğrencimiz…
İçimizden biri.
Bizden biri.
Onları “engellenmiş” halden kurtarmak, yeniden hayata katmak, elimizi uzatmak bizim insanlık borcumuz.
Unutmayalım:
Bir insanı kazanmak, bir dünyayı kazanmaktır.

Yorumlar
Kalan Karakter: