Son zamanlarda sıkça konuşulan, tartışılan ve her kesimin kendi penceresinden yorumladığı tarihsel bir olay var. Kimi susmayı tercih ediyor, kimi görmezden geliyor, kimi ise işine geldiği yerinden tutup konuşuyor.
Ben bugün bu satırlarda ne hamaset yapacağım ne de ideolojik siperlere saklanacağım. Bugün siz okuyucularıma, kalemimden dökülenler eşliğinde; bir sarayın, bir devlet kararının ve bir milletin hafızasına düşen ağır bir sorunun izini süreceğim. Çünkü tarih, yalnızca geçmişte yaşanmış olaylar bütünü değil; bugünü anlamanın ve yarını tartmanın aynasıdır.
1925 yılı…
Osmanlı Devleti tarihe karışmış, yeni bir devlet inşa edilmeye çalışılmaktadır. İşte tam bu dönemde, Osmanlı mirasının en önemli sembollerinden biri olan Yıldız Sarayı, hükümet kararıyla İtalyan iş insanı Mario Serra’ya 30 yıllığına kiralanır. Karar resmîdir. Bakanlar Kurulu kararnamesidir. Dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Başvekili İsmet İnönü’dür.
Kiralama yalnızca bir bina devri değildir.
Yıldız Sarayı’nın kalbi sayılan Şale Köşkü, padişahın taht salonu dâhil olmak üzere kumarhaneye dönüştürülür. Rulet masaları kurulur, barlar açılır, dans salonları planlanır. Sarayın bahçeleri eğlence alanına çevrilir. Dönemin basınında bu girişim, “Doğu’nun Monte Carlo’su” başlıklarıyla sunulur. Turizm konuşulur, döviz konuşulur, yabancı sermaye konuşulur.
Tanıdık değil mi?
Başlangıçta her şey “kazanç” üzerinden değerlendirilir.
“Devlete gelir”,
“Ekonomiye katkı”,
“Kimse zorla oynamıyor” denir.
Ama çok geçmeden işin rengi değişir.
Kumar borcu nedeniyle bir yabancı diplomat intihar eder. Türk vatandaşlarının girmesinin yasak olduğu kumarhaneye Türkler alınır. Parasını kaybeden, onurunu yitiren, hayatına son verenler olur. Devletin gözünden kaçan ya da görmezden gelinen bu tablo artık saklanamaz hâle gelir.
Ve 1927’de savcı gelir, kapılar mühürlenir.
Evet, doğru…
Bu yanlış sonradan fark edilmiş, kumarhane kapatılmış, devlet geri adım atmıştır.
Ama asıl soru hâlâ orada durmaktadır:
Bir yanlışın sonradan düzeltilmiş olması, o yanlışı meşru kılar mı?
İşte şimdi bugüne gelelim.
Bugün Yıldız Sarayı’na rulet masası kurulmuyor belki.
Ama her evin içine, her cebin içine, her telefonun ekranına sanal bahis masaları kuruluyor.
Bugün artık kumar için saraylara gerek yok.
Bir uygulama yetiyor.
Bir link yetiyor.
Bir “ilk kupon bedava” mesajı yetiyor.
Gençler borçlanıyor.
Aileler dağılıyor.
İntihar haberleri sıradanlaşıyor.
Uyuşturucu, mafya, yasa dışı para trafiği bu sistemin etrafında büyüyor.
Ve yine aynı cümleler kuruluyor: “Ekonomik gerçekler…”
“Tamamı yasadışı değil…”
“Bireysel tercih…”
Oysa dün Yıldız Sarayı’nda yapılanla, bugün sanal bahis düzeninde yapılan arasında zihniyet farkı yoktur.
Mekân değişmiştir, yöntem değişmiştir, ama kaybeden hep aynıdır: millet.
Bugün biri çıksa ve dese ki: “Çankaya Köşkü’nü yabancı bir şirkete kiraladık. İçeride kumarhane var. Yabancılara serbest, Türk’e yasak.”
Bu millet susar mı?
Meydanlar dolmaz mı?
Manşetler atılmaz mı?
Peki o hâlde şu soruyu sormak zorundayız: Bir milletin geleceği,
bir gençliğin umudu,
bir ailenin alın teri
neden dijital rulet masalarına teslim ediliyor?
Çankaya bir sembolse, Yıldız da semboldür.
Devlet hafızası sadece binalarda değil, kararlarda yaşar.
Tarihi sevmenin yolu onu masallaştırmak değildir.
Tarihi sahiplenmek, yanlışla yüzleşme cesareti göstermektir.
Ne Osmanlı aklanmak zorundadır,
ne Cumhuriyet sorgulanamazdır.
Devlet dediğimiz şey;
taşla, bina ile değil, vicdanla ayakta durur.
Ve vicdan, ne dün Yıldız Sarayı’nda,
ne bugün sanal bahis ekranlarında
kumar masasına konulamaz.
Bu gerçeği dile getirmek Cumhuriyet düşmanlığı değildir.
Bu gerçeği hatırlatmak Osmanlıcılık hiç değildir.
Bu, millet olmanın asgari şartıdır.
Tarihle yüzleşmeyen millet,
bugünün sanal tuzaklarını da yarının felaketlerini de önleyemez.
Gökalp Şentürk
Strateji Uzmanı Gazeteci Yazar
Yorumlar
Kalan Karakter: