Bir kürsü vardır; kelamı adaletin, vicdanın, insanlığın yüksek sesle yankılandığı yer. Dün o kürsüde bir kez daha Türkiye’nin sesi, mazlumların dili oldu. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler’in 80. Genel Kurulu’nda Gazze’nin çığlığını haykırdı: Bugün orada yaşananlar “savaş” tanımının ötesinde, insanlığa karşı işlenmiş bir felaket, bir soykırım iddiasıdır. Bu sözler rastgele seçilmedi; tarihin gözleri önünde sürüp giden vahşete karşı susmama çağrısıdır.
Görmezden gelinemeyecek gerçek şu: 365 kilometrekarelik bir alanda milyonlarca can, her gün yerinden yurdundan kopartılıyor; bebekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar evlerinden, umutlarından vazgeçmeye zorlanıyor. Bir çocuğun eline küçük bir diken batsa dünya sarsılırken, Gazze’de çocukların anestezi dahi uygulanmadan bedenlerinden parçalar koparılıyor. Bu çıplak vakıa, insanlık tarihinin utanılacak sahnelerinden biridir — ve hiçbir milliyet, hiçbir inanç, hiçbir devlet bu fotoğrafın arkasında duramaz.
Milliyetçi bir kalbin ilk görevi nedir? Milletinin onurunu korumak, mazlumun yanında durmaktır. Türkiye bugün sadece coğrafi yakınlığın değil, tarihsel ve ahlaki bir sorumluluğun gereğini yerine getiriyor. Filistin halkının sesi olmak, yalnızca diplomatik bir hamle değildir; insanın insan olduğu gerçeğinin, insanlığın ortak vicdanının savunusudur. Cumhurbaşkanımızın çağrısı nettir: Filistin Devleti’ni tanıyan ülkelere teşekkür; hâlâ kararı olmayan devletlere ise vakit kaybetmeden harekete geçme çağrısı. Bu çağrı, kuvvetle ve kararlılıkla sahip çıkılması gereken bir insani vazifedir.
Bazıları “terörle mücadele” kisvesi altında yapılanları meşrulaştırmaya çalışır. Oysa burada mazlum ile güçlü, savunmasız ile modern silahlarla donanmış düzenli ordu arasında insani eşitsizlik vardır. 7 Ekim’in acısı elbette unutulmamalı; fakat bu acı, masumların toplu cezalandırılmasını, tehcirini, sürgününü meşru kılmaz. Gerçek adalet; suçluyu cezalandırmakla, masumu korumak arasında ayrım yapmayı gerektirir. Cumhurbaşkanımızın vurguladığı gibi, olan biten “terörle mücadele” değil, bir işgal ve toplu kıyım politikasıdır.
Dış politika yalnızca devletlerin güç dengeleriyle sınırlı olmamalıdır. Eylemlerimizin merkezine insanı koymazsak, kazandığımız her güç bize yabancılaşma olarak döner. Türkiye bu yüzden küresel sahnede yalnızca mesaj vermiyor; vicdan işletiyor, adalet talep ediyor. Dünya liderlerine seslenen Erdoğan’ın sözleri, bize bir tarihi sorumluluğu hatırlatıyor: “Gün insanlık adına Filistinli mazlumların yanında dimdik durma günüdür.” Bu bir tercih değil, bir mecburiyettir.
Büyük milletlerin büyüklüğü askeri kudetleriyle değil; mazluma el uzatabilme erdemiyle ölçülür. Kıbrıs’tan Afganistan’a, Sudan’dan Suriye’ye kadar Türkiye’nin duruşu, aynı hassasiyetin dış politikadaki tezahürüdür: Zayıfın yanında olmak, adaleti savunmak, uluslararası hukuka saygı talep etmek. Bugün Gazze’de yaşananlar karşısında sessiz kalanlar, yarın başka bir vicdan ihlalinin ortağı olacaklardır. Biz ise sesimizi kısılamayız; çünkü her can bizim için değerlidir.
Son sözüm şu: Milliyetçilik, yalnızca sınırları, bayrağı ve tarihsel hakları korumak değildir. Milliyetçilik; insanlığın ortak değerlerini savunmak, mazluma sahip çıkmak, adaletsizlik karşısında susmamaktır. Gazze’de akan her damla kan, bizim tarihi vicdanımızı yaralar. Bugün kürsüde haykırılanlar, yarın tarihin kaydedeceği haklı bir duruşun notları olacaktır. Türkiye bu notayı yüksek sesle yazdı; şimdi sıra dünya vicdanındadır.
Strateji Uzmanı
Gazeteci Yazar
Gökalp Şentürk
Yorumlar
Kalan Karakter: