İsrail'in İran'a Yönelik Son Saldırısının Stratejik Yansımaları: Askeri Hedeflerin Ötesinde
Yaşar Puralı - Araştırmacı ve gazeteci
İsrail’in İran topraklarına yönelik son saldırısında, her ne kadar askerî tesisler ve savunma altyapıları hedef alınmış olsa da, bu operasyonun perde arkasında çok daha çarpıcı ve dikkat çekici bir boyut yer alıyor: ülkenin yönetiminde ve güvenlik mimarisinde belirleyici rol oynayan üst düzey askeri ve güvenlik komutanlarının doğrudan hedef alınarak etkisiz hâle getirilmesi.
İran İslam Cumhuriyeti’nin güç yapısında, bazı üst düzey askeri komutanlar yalnızca askeri görevler üstlenmekle kalmaz, aynı zamanda ülkenin genel siyasetinin şekillendirilmesi ve stratejik kararların alınmasında da belirleyici bir rol oynarlar. Bu nedenle, bu düzeyde yaşanan bir zafiyet sadece savunma veya güvenlik alanında bir kayıp olarak değerlendirilemez; aynı zamanda rejimin siyasi istikrarını ve stratejik yönelimini derinden etkileyebilecek bir kırılma anlamına gelir.
Önümüzdeki günlerde ya da haftalarda saldırıların daha düşük şiddette ya da önemli can kayıpları olmaksızın devam etmesi, iç ve dış kamuoyunun dikkatini geçici olarak asıl meseleden uzaklaştırabilir. Yıkımın boyutuna, can kayıplarına ya da olası askerî misillemelere odaklanmak, gözleri çok daha kritik ve tehlikeli bir gelişmeden, yani İran’daki siyasi-askerî güç dengesi ve yapısında yaşanan kaymadan uzaklaştırmamalıdır.
Sonuç olarak, İran’ın kaderini belirleyecek olan sadece füze gücü veya savunma kapasitesi değil; komuta yapısının yeniden inşası, iç güvenin yeniden tesis edilmesi ve üst düzeydeki güç geçişinin nasıl yönetileceğidir. Bu kritik unsurların göz ardı edilmesi, ülkeyi yalnızca fiziksel bir saldırıdan çok daha ağır ve kalıcı sonuçlarla karşı karşıya bırakabilir.
İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın 110. maddesine göre, Seyyid Ali Hamenei, rejimin lideri veya "Velayet-i Fakih" olarak ülkenin en yüksek resmi makamı olarak kabul edilir.Bu makam, en geniş yetki ve sorumlulukları kapsar ve özellikle silahlı kuvvetlerin genel komutanlığını içerir. Bu kapsamda Hamenei, İran İslam Cumhuriyeti Ordusu’nun (kara, hava ve deniz kuvvetleri), Devrim Muhafızları’nın (kara, hava ve deniz kuvvetleri), polis teşkilatının ve Genelkurmay Başkanlığı’nın başkomutanıdır.
Silahlı kuvvetlerin genel komutanlığı yetkisi, kendisine rejimin temel politikalarını belirleme ve bu politikaların eksiksiz uygulanmasını denetleme imkanı tanır; bu da ülkenin siyasi ve güvenlik yapısı içinde merkezi ve benzersiz bir konuma sahip olmasını sağlar.
Son saldırıda Genelkurmay Başkanı, Genelkurmay Operasyonlar Başkan Yardımcısı, Genelkurmay İstihbarat Başkan Yardımcısı ve diğer üst düzey komutanların hayatını kaybetmesiyle birlikte, bölgesel ve bölge dışı aktörlerin İran üzerinde kontrol sağlamak için ciddi ve örgütlü adımlar attıkları açıkça ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler, bölgedeki güç dengelerindeki değişimin bir göstergesi olup, İran’ın geleceği ve bölgesel dinamikler açısından geniş çaplı siyasi, güvenlik ve stratejik sonuçlar doğuracaktır.
Modern yönetim yapılarında, doğal coğrafyanın, tarihi gelişmelerin, toplumsal yapının ve etnik çeşitliliğin derinlemesine ve doğru şekilde kavranması, siyasetçiler için bir ayrıcalık değil, zorunluluktur. Bu bilgiye sahip olmayan veya yetersiz faydalananlar, yönetişim süreçlerinde etkili ve kalıcı roller üstlenmekte zorlanırlar. Tarihi ve coğrafi gerçeklere kayıtsız kalmak, siyasetçileri çoğunlukla işlevsiz, yanıltıcı ve uzun vadede zararlı kararlar almaya sürükler.
Çok katmanlı ve karmaşık toplumlarda ancak coğrafi haritayı tarihi bağlamıyla birlikte, toplumun kültürel, ekonomik ve sosyal yapısını doğru anlayan siyasetçiler gerçek anlamda liderlik ve yönetim iddiasında bulunabilirler. Bu unsurların bilinmemesi yalnızca analitik bir zaaf değil, aynı zamanda ulusal birlik, dengeli kalkınma ve meşru, sürdürülebilir yönetişim fırsatının kaybı anlamına gelir.
Son bin yıl içinde, İran tarihinin yaklaşık 900 yılı,Kazneviler, Selçuklular, Harzemşahlar, İlhanlılar, Timuriler, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler, Afşarlar ve Kaçarlar gibi Türk kökenli devlet ve hanedanlar tarafından yönetilmiştir. Bu süreçte, dışarıdan yapılan saldırılar ve savaşlara rağmen, İran hiçbir zaman tamamen Batılı sömürgeci güçlerin işgali altına girmemiştir; bu durum büyük ölçüde o dönemin merkeziyetçi, askeri ve etnik yapısının güçlü olmasına dayanmaktadır.
Bu sürecin dönüm noktası, 1304 Hicri Şemsi (1925 Miladi) yılında Kaçarlar hanedanının çöküşüdür. Bu dönemde, özellikle İngiltere’nin desteğiyle, askeri kökenli Reza Han Pehlevi, aşiret yapısını tasfiye ederek ve gücü Tahran’da merkezileştirerek yeni bir siyasi düzen kurdu. Güç, Türk kökenli aşiretlerin geleneksel yapısından, Fars milliyetçisi merkezi bir yapıya kaydırıldı. Bu değişim sadece siyasi bir dönüşüm olmayıp, aynı zamanda ülkede kimlik, dil ve etnik yapıyı yeniden biçimlendirmeyi hedefleyen kapsamlı bir mühendislik projesinin başlangıcı oldu ve etkileri günümüze kadar sürmektedir.
1940’lı yıllarda Tudeh(kitle) Partisi’nin güç kazanması ve Sovyetler Birliği’nin İran’ın kuzeyindeki etkisinin giderek artmasıyla birlikte, ülkenin Doğu Bloku’nun nüfuz alanına girmesi yönünde ciddi endişeler doğdu. Bu ortamda, çeşitli bölgesel ve uluslararası aktörlerin desteğiyle Ayetullah Humeyni, Irak’tan Fransa’ya, oradan da İran’a taşındı. Amacı, dini ve ideolojik bir lider olarak ülkede köklü yapısal değişimlere öncülük etmekti. 1979’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi ve yeni rejimin iktidara gelmesiyle birlikte, yalnızca Sovyetler Birliği’nin İran üzerindeki etkisi azaldı; aynı zamanda ülke içinde ve bölgede yeni bir güç dengesi oluştu.
Bu rejim, Fars kimliğini ve etnik merkezli yapıları güçlendirmeye yönelik politikalarıyla, Rıza Şah döneminde başlatılan süreci devam ettirmiştir. Bu yaklaşım, aslında klasik sömürgeci stratejilerin bir yansımasıdır ve günümüzde de büyük mali yatırımlar, yoğun propaganda faaliyetleri, medya desteği ve farklı adlar altında kurulan sürgündeki muhalefet gruplarıyla sürdürülmektedir. Bu güçler, İran’ın resmi rejiminin gölgesinde adeta bir “alternatif devlet” inşa etmeye çalışmışlardır; öyle bir yapı ki, jeopolitik kırılma anlarında devreye girerek kendi çıkarları doğrultusunda hareket edebilecek ve İran’daki mevcut iktidar yapısını ya baskı altına alacak ya da onun yerine geçebilecek bir araç olarak kullanılabilecektir.
İran’da son yüz yılda yaşanan hızlı ve sarsıcı gelişmeler arasında, dış güçlerin planlı ve sistematik kimlik mühendisliği politikalarına karşı durabilen ve bu süreci sorgulayarak sekteye uğratan ender dinamiklerden biri, İran Türklerinin sahip olduğu güçlü tarih bilinci ve kimlik farkındalığı olmuştur.
Yakın dönemde, ülkenin demografik, dilsel ve kültürel yapısını dönüştürmeye yönelik organize girişimler yürütülmüştür. Bu sürecin temel hedefi, tek kimlikli ve merkeziyetçi bir sistemin inşasıydı. Özellikle Pehlevi döneminde başlatılan bu politikalar, farklı biçimlerde günümüze dek devam etmiştir. Ancak son yıllarda kitle iletişim araçlarının ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte, İran Türklerinin tarihi ve kültürel kimliği yalnızca yeniden canlandırılmamış, aynı zamanda benzeri görülmemiş bir farkındalık düzeyine ulaşarak güçlü bir kimlik bilinci ve hak arayışına dönüşmüştür.
Eğer İran’daki iktidar yapısı, geçtiğimiz yüzyılın belli bir döneminde demografik yapıyı değiştirme ve yerel kimlikleri zayıflatma yoluyla kendi hâkimiyetini pekiştirebildiyse, buna karşılık Türk halkının bilinçli ve barışçıl kimlik mücadelesi de zamanla ülkenin toplumsal ve siyasal denkleminde belirleyici bir unsur hâline gelmiştir. Bu hareket, yalnızca tarihsel dışlanma ve aşağılamalara bir tepki değil, aynı zamanda Türk toplumunun köklü medeniyetine ve tarihsel mirasına yönelişin güçlü bir ifadesidir.
Bu kimlik bilinci, bölgesel ve küresel gelişmeler bağlamında da anlam kazanan bir olgu olarak, İran'ın iç siyasetinin geleceğinde ve etnik, dilsel ve bölgesel ilişkilerin yeniden tanımlanmasında önemli bir rol oynayacaktır.
İran'da düzenlenen son cumhurbaşkanlığı seçimleri, eski Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'yi taşıyan uçağın düşmesiyle birlikte ülkenin siyasi tarihinde bir dönüm noktası olarak kayıtlara geçti. Seçim atmosferinin güvensizlik, düşük katılım ve meşruiyet kriziyle şekillendiği bu süreçte, halkın sandık başına gösterdiği sınırlı ilgi, siyasi sistemin uluslararası alanda itibar kaybına yol açabilecek ciddi endişeleri beraberinde getirdi.
Ancak seçimlerin seyrini değiştiren ve coşkulu bir seçim atmosferi yaratan asıl faktör, İran'daki Türk nüfusunun oynadığı kilit roldü. Son yıllarda tarihsel ve kimlik bilinci önemli ölçüde gelişen bu topluluk, siyasi katılımı artık sadece bir hak olarak değil, aynı zamanda iktidar yapısını dönüştürebilecek bir araç olarak görüyor. Türk kökenli aday Dr. Pezeşkian'a gösterilen büyük destek, seçim dinamiğini kökten değiştirerek İran İslam Cumhuriyeti tarihinde ilk kez etnik temelli belirgin bir seçim hareketinin ortaya çıkmasını sağladı.
Nihayetinde bu seçimleri geçmiş örneklerden farklı kılan unsur, yalnızca sonuçları değil, aynı zamanda Türk toplumunun seçim sürecine yön verirken sergilediği örgütlü ve bilinçli Türklerin, İran'ın resmi siyasi yapısında katılım, meşruiyet ve temsil kavramlarının yeniden tanımlanmasına yol açma potansiyeli bulunmaktadır.
Son otuz yılda İran Türkleri, gelişen tarihsel bilinç ve güçlenen kimlik politikalarıyla birlikte sivil, akademik ve kültürel alanlarda giderek daha görünür hale gelmiştir. Kimlik hakları savunucuları, aydınlar ve sivil toplum aktörleri, sistemin baskıcı mekanizmalarına rağmen kendi kaderini tayin hakkı, anadilinde eğitim ve Türk kimliğinin resmen tanınması gibi temel talepleri ülkenin siyasi söyleminde meşru bir zemine taşımayı başarmıştır.
Bu toplumsal hareketin paralelinde, Türk kökenli elitlerin orta ve üst düzey askeri, istihbari ve idari mevkilerdeki varlığı, Türklerin yönetim mekanizmalarındaki nüfuzunu daha da artırmaktadır. Resmi pozisyonlarında sistemin işleyişine katkı sağlarken, pek çok durumda kendi etno-kültürel kimliklerinin de bilinçli savunuculuğunu yapmaktadırlar.
Bu sürecin zirvesi, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türk nüfusunun siyasetteki kitlesel varlığıyla görüldü. Bu durum, Türk toplumunun artık sadece kültürel bir unsur olmayıp, siyasi güç dengelerini etkileyen stratejik bir aktör haline geldiğini ortaya koydu. Yerelleşme talepleri, devlet-etnik gruplar ilişkisinin yeniden tanımlanması ve çoğulcu yönetim modelleri gibi konular, bugün İran'ın gelecek tartışmalarının merkezine yerleşmiştir.
Bu bağlamda uluslararası gözlemciler ve özellikle Batılı analistler, jeopolitik bir mercekle İran'daki Türk nüfusunun siyasi güç kazanma potansiyelini kaygıyla izlemektedir. Türk kökenli aktörlerin devletin merkezi yönetim kademelerinde yeniden etkin rol üstlenmesi, Kafkaslar'dan Orta Asya'ya uzanan coğrafyada hem İran'ın iç dengelerini hem de bölgesel güç mücadelesini derinden etkileyebilecek bir dinamiktir. Bu perspektiften bakıldığında, son dönemdeki bazı kültürel projeler ve kimlik politikaları bu tarihsel eğilimi dizginleme çabaları olarak değerlendirilebilir.
Nihayetinde İran'ın demografik gerçekleri ve tarihsel mirası açıktır: Türk toplumunun aktif katılımı ve rızası olmadan ülkede kalıcı bir siyasi istikrardan söz edilemez. Zira Türkler bugün yalnızca sosyal dokunun ayrılmaz bir parçası değil, aynı zamanda iktidar yapılarının temel direklerinden ve ülkenin siyasi geleceğinin belirleyici aktörlerinden biridir.
İran'ın etnik yapısı son derece çeşitlilik gösteren karmaşık bir mozaiktir. Ancak tüm etnik gruplar arasında Türkler, Fars olmayan en kalabalık nüfusu oluşturmaktadır. Bağımsız araştırma verileri, haber kaynakları ve kimlik odaklı kuruluşların analizlerine göre, İran'daki Türk nüfusu yaklaşık 40 milyon olup, bunun 35 milyondan fazlasını Azerbaycan Türkleri teşkil etmektedir.
Türk kimlik hareketlerinin yayınladığı haritalara göre, "Güney Azerbaycan" olarak adlandırılan coğrafyada (Doğu Azerbaycan, Batı Azerbaycan, Erdebil, Zanjan eyaletleri ile Hamedan, Kazvin,Save, Elburz ve Kum'un bazı kesimlerini kapsayan bölgede) yaklaşık 15 milyon Türk yaşamaktadır. Bunun yanı sıra Tahran, Horasan, Huzistan, İsfahan, Fars gibi bölgelere dağılmış yaklaşık 20 milyon Azerbaycan Türk'ü bulunmaktadır. Ayrıca Kaşkaylar, Şahsevenler, Türkmenler ve Halaçlar gibi diğer Türk boylarından 5 milyona yakın nüfus daha İran'ın etnik mozaiğinde yer almaktadır.
Güney Azerbaycan coğrafyasında bağımsız bir yönetim talep eden siyasi gruplar olsa da, bu kritik tarihi ve siyasi dönemde tüm İran'a yayılmış Türk nüfusunun ortak çıkarlar etrafında birleşmesi büyük önem taşımaktadır.
ABD destekli İsrail'in son askeri saldırıları ve üst düzey askeri komutanların ölümüyle sonuçlanan olaylar, basit bir askeri çatışmadan çok daha derin anlamlar taşımaktadır. Bu gelişmeler, İran'daki güç dengelerini yeniden şekillendirmeye yönelik daha kapsamlı bir planın parçası olarak değerlendirilmelidir. Nüfus ağırlıkları ve askeri-güvenlik kurumlarındaki stratejik konumları nedeniyle Türkler, bu süreçte kilit rol oynamaktadır.
Türklerin silahlı kuvvetlerdeki güçlü varlığı, güvenlik birimlerindeki etkin konumları ve akademik-sivil toplum alanlarındaki faaliyetleri, onları İran siyasetinin en önemli aktörlerinden biri haline getirmiştir. Bu nedenle, özellikle Türk dünyası ülkelerinin İran'daki gelişmeleri ve Türklerin konumunu yakından takip etmesi stratejik açıdan hayati önem taşımaktadır.
Yorumlar
Kalan Karakter: