Mücahit Demir

Mücahit Demir

Genç Yazar
[email protected]

Hakikat'i Aramak - { VII }

22 Nisan 2020 - 18:16 - Güncelleme: 22 Nisan 2020 - 23:07

İradesini sürekli doğru istikamette kullanmakla çelikleştiren insan, olayların önünde savrulan bir yaprak gazeli olmadığının farkına vardığında ve iyi’yi/kötü’den ayıracak bir yetkinliğe eriştiği zaman varsa eğer uğruna nefes alıp vereceği yüce bir hakikati araştırıp bulmak ve bulduğu bu amaca gönülden bağlanmak ister. Einstein da dediği gibi “mutlu olmak istiyorsan, bir amaca bağlan; insanlara ya da eşyalara değil.” “Varoluşçuluğa göre de insan, kendini arayan, evrendeki yerini bulmaya çalışan, geleceğinden kuşku duyarak bunalıma sürüklenen bir varlıktır.” İnsan, kendince nerede olduğunu ve nereye doğru yol aldığını bilmek ister bu yüzden bir arayışa girer. Varoluşçuluğun kurucusu sayılan filozof Kiergaard bunu şöyle ifade eder: “…   önemli olan benim için bir hakikat bulmak, uğrunda yaşayabileceğim ve ölebileceğim bir fikir bulmaktır. Nesnel hakikat denen şeyi keşfetmek, felsefenin bütün sistemlerini çalışmak ve gerekirse hepsini incelemek ve her bir sistemin içindeki tutarsızlıkları göstermek ne işime yarar; ama o benim hayatımla ilintili olmalıdır ve ben bunu şimdi en önemli şey olarak görüyorum.”

Hakikate ulaşmak zor olduğu gibi ona sahip olmak ve ona uygun hareket etmek daha da zordur; ona bağlanmak fedakârlık ister, büyük bedeller ödemeyi göze almayı gerektirir. Olaylar karşısında tavır almak, insiyatif kullanıp öne atılabilmek gerçekten cesaret ister. Zalim güçlüyse eğer; mazlumun yanında zalime karşı durmak herkesin gösterebileceği bir babayiğitlik değildir. Herkesin hakikati birazda içinde bulunduğu zaman, şartlar ve iç dünyasının renklerine göre şekillense de menziline ulaşmak üzere akan bir ırmak gibi insan da kendisini bekleyen son noktaya yani ölüme doğru akmaktadır. Ölümün gerçek olduğu bu dünyada kısa zamanda büyük işler başarmak vazifesiyle görevli insan hem iç hem de dış bütünlüğünü sağlayarak huzura kavuşmak ve üzerine düşen sorumlulukları eksiksiz yerine getirebilmek için büyük bir özveriyle çalışmak zorundadır. Çünkü hayat şakaya gelmeyecek kadar ciddi bir süreçtir ve akıp giden zamanı geri getirmek ne yazık ki, mümkün olmamaktadır.

İnsan ruh ve bedenden mürekkep ölçülü ve dengeli davranıp, erdemli hareket etmeyi başarabildiği oranda kutsala yaklaşan yüce bir varlıktır. “Ruhunu bütün kötü zararlı şeylerden arıt, neşeni içinde saklamayı bilirsen hasetten kurtulursun. Bütün onurlu şeylerin tohumu ruhta bulunur. Bütün hayatı ilgilendiren kanıları aşılamalıyız insan ruhuna, işte ben buna prensip diyorum. İnsanın inancı neyse davranışları ve düşünceleri de odur; bunlar neyse yaşamı da odur. Ruhu daha güçlü daha kapsamlı yapan erdemdir. Kendisini yönetemeyen başkasını nasıl yönetsin? Kim köle değil ki? Göster bana köle olmayanı. Biri şehvetin kölesidir, öteki aç gözlülüğün, beriki siyasal ihtirasın; herkes de umudun, korkunun kölesi. Davranışları birbiriyle çelişen insanın ruhu doğru yolda değildir. Ruhsal dengeden yoksun bir ruhun en önemli belirtisi şudur: Ya şu kişinin kimliğine girer ya ötekinin! Bence en utanç verici olanı da kendisiyle bir bütün olmamasıdır. Bir tek kişinin rolüne girmeyi büyük bir şey say! Kendilerini diri diri gömenler ölümden korkarlar mı hiç.

Bilgeden başka hiç kimse bir tek kişinin rolünde değildir. Ruhun hastalıklarıyla duygusallığı arasında ne ayrım vardır? Anımsatayım: Ruh hastalıkları yaşlanmış, nasırlanmış kusurlardır. Para hırsı, mevki ihtirası gibi bunlar insanın ruhunu sımsıkı kavrarlar. Ruhun değişmez kötülükleri olmaya başlarlar. Kısaca ruh hastalığı, insan yargısının yozlaşmada direnmesidir. Az istenmesi gereken şeyleri çok istenmesi gereken şeyler sanma yanılgısıdır. Az istenmesi gereken şeyler üstüne aşırı düşkünlük veya az değer verilmesi gereken şeylere çok değer verilmesi. Duygusallıklar, ruhun beğenilmeyen umulmadık anda gelen taşkın davranışlarıdır; yinelendikleri, ihmal edildikleri zaman hastalık meydana getirirler. Beden acısız olmalıdır, ruh da rahatsız olmamalıdır. Nasıl açık, berrak, bir gök pırıl pırıl bir aydınlığa erişinceye dek temizlenince daha da parlak olamazsa, bedenine ve ruhuna iyi bakan, her ikisinden kendine mutluluk nedeni yaratan kişinin durumu, yüreğinde bir yangın, bedeninde bir acı yoksa doğal olarak mükemmeldir, dileklerinin doruğuna erişmiştir.

İnsan yaratılışının en büyük mutluluğu bedenle ruhun barışından başka nedir ki
? Hem insan olarak güçsüz olmak hem de Tanrı’nın sükunetine erişmek, işte bu büyük bir iştir. Felsefe insanı Tanrı’ya eş yapmayı vaat eder, bu amaca çağırır beni. Ben ona bu amaç için geldim tutsun sözünü! Bilgelik, insan zihninin en üstün iyisidir; felsefe ise bilgelik aşkı, bilgelik arayışıdır. Felsefe bilgeliğin eriştiği yeri gösterir. Bu gördüğün Tanrı’nın ve insanın dünyasını içine alan evren, bir ve bütündür. Biz büyük bir bedenin organlarıyız. Doğa bizi aynı elementlerden ve aynı amaç için yarattığından hepimizi akraba yaptı; içimize karşılıklı bir sevgi yerleştirdi, bizi toplumsal varlıklar kıldı. Adaleti, hakkı hukuku kurdu. Onun anayasasına göre haksızlık yapmak, haksızlığa uğramaktan daha büyük bir sefalettir; onun buyruklarına yardım etmek için uzatmalıyız ellerimizi. O ünlü dize hem yüreğimizden hem de dudaklarımızdan eksik olmasın. “Ben insanım, insanla ilgili hiçbir şey bana yabancı değildir.” (Seneca, Ahlâkî Mektuplar)

Yaşarken insan hakikatini aramaya fırsat bulamazsa eğer en önemli işini yapmadan yola çıkan bir adamı andırır. Çünkü Kierkegaard’a göre hakikat, bireyin nesnel olarak araştırma konusuna yönelmesi sonucunda ortaya çıkan bir şey değil; tamamen bireyin kendi içine yönelmesi, yani ‘içsellik’ten ortaya çıkan bir şeydir. O içselliği öznellik olarak tanımlar. İçsellik inanç sahibi olmaktır. Ona göre içsellik öznellik ve öznellik de hakikattir. İçsellik inanç sahibi olmaktır ve bireyin içselliğinde elde edebileceği en yüksek hakikat dinsel hakikattir. O tüm ilgisini, inanılan şeyin varlığından öznenin inanılan şeyle olan ilişkisine yönlendirir. Onun için önemli olan ‘nasıl’ inanıldığıdır. İnanılan şeyle ilişki ‘tutku’ yoluyla gerçekleşir. Tutku, kişinin inandığı şeye tüm varlığıyla bağlanması ve tüm hayatını ona adamasıyla ilgilidir. Hakikat öznenin tutkuyla bağlanmasıdır. O da St. Augustinus ve Pascal gibi hakikate iman ile erişilebileceği düşüncesindedir. İman bir ‘tutku’ olarak öznellik ile elde edilebilir. Augustinus ise hakikati mutlulukla özdeş olarak kullanır. Çünkü bilgi yalnız kendisi için aranılan bir şey değildir, hakikatle ilgili insanı mutluluğa götürdüğü için değerlidir.

Tüm insan etkinliklerinin nihai amacının mutluluk olduğunu dile getirerek, buna erişebilmek için gerekli koşulu Tanrı’yı kavramak ve O’nun emirlerini yerine getirmekte bulur. Ona göre Tanrı’ya ulaşmak aynı zamanda mutluluğa ulaşmaktır. Pascal hakikatin yalnızca akıl ile değil, kalp (gönül) ile de kavranıldığını dile getirir. Pascal iman-akıl ilişkisinde aklı tamamen dışlamak yerine imanın, yani kalbin hizmetine vermiştir. Hakikate ulaşmada aklın ve kalbin birlikteliğini ön plana çıkarmıştır. Ancak dinin istediği imanın aklı aşan hakikatlerde tam bir teslimiyeti savunan bir imancılık anlayışına sahip olan Pascal akıl karşısında kalbe öncelik tanımıştır. Ona göre kalp metafizik hakikatleri anlayabilen ana yetimizdir. Bu hakikatleri içsel, sezgisel ve ilhama dayalı olarak anlamaktadır.

Ona göre kalp insanı gerçek mutluluğa ve hakikate ulaştırabilir. Mutluluğun kaynağını Tanrı olarak görür. Kierkegaard ise tüm paradoksları, krizleri ve ıstırabı sonsuz bir varlık aracılığıyla çözüme ulaştırır.” Bu yaşam biçimi Tanrı’ya mutlak bir biçimde teslimiyete, tevekküle dayalı bir yaşam biçimidir. Ona göre bireyin benliği ancak Tanrı ile ilişkisinde ortaya çıkacaktır. Bu nedenle asıl önemli olan birey-Tanrı ilişkisidir. Tanrı ile ilişki öznel bir ilişkidir. Nesnellik yolu veya kavramsal bilgi ile Tanrı’ya ulaşılamaz. Benliğin oluşumunun koşulu Tanrı’dır yani kendisinden yüce bir kudretin varlığına şahitlik etmek ve yüceliği karşısında acziyetini kabul edip O’na itaat edip boyun eğmektir.  Peki bu yüce kudret bizden şahitlik ve itaatin dışında ne istemektedir?

Bunun cevabını da dilerseniz Marcus Aurelius versin bizlere: “Evreni yöneten bir Tanrısal töz vardır. Bu töz evrensel ustur; yetkin, düzenleyici, birleştirici olan bu töz doğanın içinde içkin olarak bulunur ve onunla birlikte bir bütünü oluşturur. Her şey birbirine bağlıdır ve onları birbirine bağlayan bağ kutsaldır. Her kim haksızlık ederse, günah işler. Evrensel doğa, ussal varlıkları birbiri için, birbirlerine hiç zarar vermeksizin, her birinin hak ettiğince birbirlerine karşılıklı yardım etsinler diye yaratmıştır. Her kim onun isteğine karşı gelirse Tanrıların en yücesine saygısızlık etmiş olur, çünkü evrensel doğa, varlıkların doğasıdır, varlıklarsa var olan tüm gerçekliklere sıkı sıkıya bağlıdırlar.

Yalan söyleyen kişi de aynı Tanrı’ya karşı günah işler; bu Tanrı’nın bir adı da Hakikat’tir ve bütün hakikatlerin ilk nedenidir. Bu nedenle her kim bile bile yalan söylerse yalan söyleyerek haksızlık ettiği için inançsızlık etmiş olur; istemeden yalan söyleyense evrensel doğaya aykırı davrandığı ve evrenin doğal uyumuna karşı çıkarak düzensizlik yarattığı için inançsızdır. Gerçeğe aykırı bir yola giren kişi de evrenin doğal uyumuna karşı çıkmıştır, çünkü doğanın ona bağışladığı yeteneği öylesine ihmal etmiştir ki, artık doğruyu yanlıştan ayırt edecek durumda değildir.

İyi bir şeymiş gibi hazzın ardından koşan, kötü bir şeymiş gibi acıdan kaçan kişi de inançsızdır. Böyle bir insanın evrensel doğayı sık sık iyilerle kötüler arasında ayrım gözetmeksizin zevkleri ve güçlükleri eşit olarak dağıtmakla suçlaması kaçınılmazdır; çünkü kötüler çoğu kez zevk içinde yaşarlar ve bunu sağlayan şeylere bol bol sahiptirler, iyilerse acıyla ve acıya yol açan şeyle karşılaşırlar. Her kim bir suç işlerse kendine karşı yapar bunu; her kim haksızlık ederse kendine haksızlık eder, kendine kötülük eder. Kişi yalnızca yaptığından ötürü değil, yapmadığından ötürü de haksızlık eder.” (Marcus Aurelius, Düşünceler, Shf. 114)

"Tanrı, hakikattir, hakikat tanrısaldır,” der Platon. İnsanın hakikati kalbindedir. Kalbin hakikati ise imandır. İnsanı harekete geçiren irade yeri ve göğü belli bir düzen ve uyum içinde hareket ettiren yaratıcı gücün kendisinden tam olarak ne istediğini bilmek; yaratılış gayesini ve hikmetlerini araştırıp ona göre doğru eylemlerde bulunmak ve hakikatine uygun olarak acı ve ıstırabın hiç uğramadığı sonsuz bir cennet hayatını arzular ve ona ulaşmak ister.

Ruhun ölümsüzlüğüne ve ebedi bir başka hayatın varlığına olan inançtır; insanı bu hayatın acı ve zorluklarını tahammül edilebilir, katlanılabilir kılan. Böyle bir inanca sahip olan hayatına son veremez, hayatın getirdiği her türlü olumsuzluklardan yılmaz ve savaşmayı bir varlık görevi kabul eder. Meydana gelen her türlü olayda doğru olanı yapmak, hayat imtihanını kaybetmemek ve sorumluluklarından kaçmadan eylemlerde bulunmak büyük bir özbilinç, irade hakimiyeti ve yüksek bir mesuliyet duygusuna, ödev bilincine ve yüce bir ahlâka sahip olmayı gerektirir. Aklını kullanmayı öğrenen insan vicdanını da kullanmayı öğrendiği ölçüde hakikate bir adım daha yaklaşacağını müjdelemek belki de Hz.İsa(as)’nın müjdesine denk kutsal bir hakikat müjdesi olarak karşımıza çıkacaktır. Müjdeler olsun, kalbinin rehberliğinde aklına öncelik verenlere; nefsini alt ederek, yeryüzü mirasçıları olarak kâinatta adaletle hükmedenlere…

"Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı?
Böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin?
Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur." Müfessirlere göre de gören göz, idrak eden ise kalptir. Akıl, idrak ve fonksiyonunu kalpte sürdürmektedir. Çünkü kalpleri isyan kirleri ile kaplanmış inkarcılarda kalp olsaydı, kudret-i ilahiyenin eserlerini gördükleri halde inkâr etmezlerdi. O halde kalpte ibret almaya salih idrak olmayınca, gözüyle görmek de fayda etmez.

Bu sıfatta kalan kimseler, meleklerin geldiğini görseler, biz büyülendik derler. İşte olaylardan ibret almayan insanlar, hayvanat mesabesinde olup gözleri görür, fakat kalpleri kördür. (Hacc, 22/46 ) “Hiç şüphesiz, bunda kalbi olan ya da şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.” (Kaf, 50/37) Ayetiyle aklın merkezi olan kalbin bazılarında olup bazılarında olmadığını, çünkü ancak kalbi olanların öğüt alacağı bildirilmektedir. Tefekkür en önemli özelliği olan kalbe tazim için, bu ayette kalp lafzı onun büyüklüğüne dalalet eden tenvin ile nekre olarak gelmiştir. Çünkü tefekküre gücü yetmeyen akıl elbette hakir, tefekküre malik olan durumu ise azimdir. O halde akıl insanı hayrı ve şerri ayırmak için verildiği gibi, ilahi hikmeti tefekkür gibi yüce bir gaye için de verilmiştir.


22.04.2020
M.Mücahit DEMİR / Ülkepostası