GAZZE KATLİAMI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
İNSANLAR 2532 YIL ÖNCE KENDİNE YÖNETİCİ SEÇME HAKKINA KAVUŞTU!
Yazan Mustafa DÖNMEZ
Kıyamet gökten değil insanların içinden geliyor. 2532 yıl önce insanoğlu kendi yöneticilerini seçme hakkına kavuştu. (MÖ.509) Seçilen kişi tüm yetkileri eline aldığında araz durumlar başladı. Acımasızlık, gaddarlık, katliam sıradanlaştı. Hukuk kuralları işlemez oldu.
Yazılı tarihe göre, bir ülkeyi tek adam yönettiğinde ülke yönetilmez duruma düştüğünde her yerde iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, liyakatsizlik hüküm sürdüğünde tek adam rejimi çareyi başka bir ülkeyle savaşa tutuşmakta buluyordu. Daha fazla iktidarda kalmak için insanlarını yok etmekten çekinmiyorlardı.
1562 yılında Avrupa kıtası veba salgınıyla insanların üçte biri ölerek sessiz kıyametin eşiğindeyken din savaşları çıkmış açlık ve sefalet sokaklara taşmıştı. Bruegel Elder bu korkunun içinden doğan görünümü, ‘The Triumph of Death’ adını verdiği tablosunda ‘Ölümün Zaferini’ anlatmıştı. Bruegel’in iskelet ordusu yeniden yürüyüşe geçti. Ama bu kez elinde tırpan değil, yasa maddesi, mahkeme kararı ve sansür kararnameleri var. Bruegel’in ölü arabalarının yerinde şimdi yardım kuyrukları var. İskeletlerin yerini emekçiler, emekliler, işsiz gençler almıştır. Resimdeki kemancı, bugünün haber bültenlerinde çalıyor gibidir.
Adolf Hitler ve Nazi Almanya’sı üzerinde dünyanın önde gelen uzmanlarından biri olan Ian Kershaw, Almanya’nın 2. Dünya Savaşı’nın son 10 aylık dönemindeki çöküş sürecini kaynaklar üzerinde yaptığı çalışmalarında; savaşın kaybedildiği artık bir çift gözü olan herkes için malumken, her gün yurtta ve cephede binlerce insanın öldüğü, evsiz kaldığı, tecavüze uğradığı ve çeşitli mezalimlerin kurbanı olduğu, ülkede adeta taş üstünde taş kalmayana kadar savaştığını ve Nazi rejiminin ülkeyi kendisiyle birlikte uçuruma sürüklemeye nasıl muktedir olduğunu belgelerle anlatıyor. Son 10 ay boyunca Almanya günde 11.500, her ay 350.000 kayıp ve zaiyat vermesi cephelerdeki, mutlak kıyıma dair bir fikir verir. Ölüm, Alman toprakları içinde de her yerde kol geziyordu. Halkını, elinde tuttuğu medya ile son ana kadar kandıran Nazi yönetimi ülkesine mutlak felaket getirdi. Halk kırılırken bir avuç ayrıcalıklı zengin sınıf kazanan devletler safına geçti. Sadece onlar mı? Bürokrasi ve istihbaratın başındaki kişiler savaş sonrası kurulan Nürnberg mahkemelerinden kaçırıldı. CIA’yi kuranlar da bunlar.
İlginç olan ise, 2532 yıl önce insanlık kendi yöneticilerinden hesap sorabiliyordu. En tepedekileri alaşağı edebiliyordu. Coriolanus olarak da bilinen Gnaeus Marcius eski Roma'nın sözde muhteşem bir lideriydi. Milattan önce beşinci yüzyılın ilk yarısında birçok önemli başarılara imza atmıştı. Zamanının çoğunu sözde ülkesine hizmet ederek geçirdiği ve bu nedenle halk arasına karışmadığı için çok az Romalı onu şahsen tanıyordu, bu yüzden efsanevi bir kişi olarak görünüyordu. Zenginler ve bürokrasi onu çok seviyordu. Milattan önce 454'te Coriolanus ününden yararlanıp politikaya girme zamanının geldiğine karar verdi. En yüksek düzey olan devlet başkanlığı için aday oldu. Seçilmesi için halkını ikna etmesi gerekiyordu. Konuşmaları yazılı metinlerden okuyordu. Ne zaman ki halkın karşısında yüz yüze konuşmalara başladı işin rengi değişti. Coriolanus son kez insanların karşısına çıktı, halk kendisini büyük bir sessizlikle dinliyordu. Yavaş ve yumuşak bir şekilde başladı, fakat konuşması ilerledikçe daha pervasız hale geldi. Muhaliflerine bir kez daha hakaretler savurdu. Ses tonu küstah, ifadeleri aşağılayıcıydı. Konuştukça insanlar daha da öfkelendiler. Sonunda çığlıklarla onu aşağı indirip susturdular.
Tribünler görüş alışverişinde bulunup Coriolanus'u ölüme mahkûm ettiler ve yargıçlara onu derhal Tarpeian Kayalıkları’nın tepesine çıkarıp aşağı atmaları için yargılamalarını tavsiye ettiler. Başarılı oldular. Yargıçlar narsist Coriolanus’un hastalıklı düşüncelere sahip olduğu kararını verdiler. Sevinçli kalabalık kararı destekledi. Bununla birlikte aristokratlar karara müdahale etmeyi başardılar ve ceza ömür boyu sürgüne çevrildi. İnsanlar Roma'nın büyük dehası olduğu iddia edilen sözde kahramanın bir daha şehre dönemeyeceğini öğrenince bunu sokaklarda kutladılar. Aslında kimse daha önce böylesi bir kutlama görmemişti, yabancı bir düşmanın yenilgiye uğratılmasından sonra bile yaşanmış olan bu tarihi gerçeklerle günümüze ve bölgemize bir perspektif yapacak olursak nelerle karşılaşırız? Yani bölgemizde tek adam yönetimleri olmasaydı, Ortadoğu’da Amerika, Avrupa ülkeleri onların sömürge karakolu İsrail barınabilir miydi? Tüm yer altı ve üstü zenginlikleri onlara akıyor. Bir bölümü de onların işini kolaylaştıran işbirlikçi hizmetkarına gidiyor. Halkına öfkeyle celallenen, onların yaşam koşullarını zorlaştıranlar, kendilerini o makama getiren efendileri karşısında sus pus oluyorlar. Bu nedenle Ortadoğu ülkelerinde tek adam yönetimde olması için emperyal odaklar ellerindeki tüm güçleri birleştiriyorlar. Halkları birbirleriyle kavgalı hale getiriliyorlar. Yaşadığımız coğrafyada onların karşısında zafer kazanan tek ülke Atatürk önderliğindeki Türkiye idi. Bugün Atatürk’e saldıran odaklara dikkat edildiğinde emperyalistlerin paryaları oldukları net görülebilecektir.
Ülkelerin gerçek sahipleri olan emekçi kesimler hukukun üstünlüğünde bir araya gelebilse kendi haklarına sahip çıkabilseler bunca zulüm, ülkelerin kaynaklarında yağma ve talan olabilir mi? 2532 yıl önce meydanlarda ve tribünlerde toplanan halk, narsist yöneticilerine karşı haklarına sahip çıkabiliyorken bugün neden bir araya gelemiyorlar?
Emperyalizmin ezilen halklara yaklaşımı kendi çıkarına geldiği kadar yardım ediyormuş gibi görünmek, işine gelmeyince insanlık dışı katliamlara ortak olmaktır. Bugün de ABD emperyalizminin yaptığı yüz yıl önce İngiltere emperyalizminin yaptığından farksızdır. Suriye’nin kuzeyinde, Kürtlere özgürlük getireceğim görüntüsü altında verdiği destek Rakka ve Kamışlı bölgesinden petrol çalmak içindir. Eğer Kürtlere özgürlüğü getirecekse Kamışlı’nın birkaç kilometre yukarısında bulunan Şengal’de olanlara neden sessiz kaldılar. Yüzlerce katliamdan geçirilen Ezidi halkını savunacağını söz veren ABD emperyalizminin bürokratları sözlerinde durmadığı gibi diğer gün Alevilere karşı yürütülen vahşeti de görmezden geldi. Tek adam yönetimi iddia ettikleri gibi herkesin istediği şeyi getirebildiği bir İspanyol lokantalı hanı değildir. Saltanatın bir tavrı, kendine özgün bir tutumu vardır. Saray’ın üslubunu dile getiren yazar ve sanatçılar kuruluş felsefesinde meydana gelen değişikliği çok iyi belirtmektedirler. Şimdi karşımızda Maurice Druon’lar, Vasarely’ler vardır.
Demokrasinin en iyi temsil edildiği iddia edilen Batı’yı da Krallar ve seçkinler yönetir. «Seçimle gelmiş» hükümdar terimini, İngiltere Başbakanının durumunu ve yetkilerini belirlemek için, bundan 48 yıl önce, bir İngiliz yazarı ortaya atmıştı. Görünüş ne olursa olsun, İngiltere Başbakanının yetkileri, Fransa Devlet Başkanınkine yakın sayılır. Şansöliye Brandt, Helmut Schmidt, Angela Merkel, Edouard Heath, Olaf Palme, Pierre-EMiott Trudeau ve benzerlerinin çoğu, «seçimle gelmiş hükümdar» sınıfına girerler. Şüphesiz ABD Başkanlarını da onların arasına katmak gerekir. Westminster’daki parlamento, Paris’tekinden daha etkili değildir. Bonn, Stockholm ve öteki başkentlerin parlamentoları da öyle. Amerika Birleşik Devletleri’nin, Büyük Britanya'nın ve Fransa’nın siyasal rejimleri görünüşte birbirinden çok farklıdır. Washington'da bir başkanlık rejimi, Londra'da bir parlamento rejimi, Paris’te ise bir karma rejim vardır. Fakat bu anayasal görünüşlerin çeşitliliği arkasında aynı temel gerçek onları birbirlerine yaklaştırır. Her üç rejimin de nabzı "Seçimle gelmiş bir hükümdarı’ atar ve parlamento sadece bir denge ağırlığı görevini taşır. Federal Almanya, İsveç, Avusturya, Yeni Zelanda, Avusturalya, Hindistan rejimleri de aynı çeşit rejimlerdir. Finlandiya, Danimarka ve Norveç bunlara yaklaşır. Demokrasiden çok diktatörlük biçiminde olan Latin Amerika rejimlerinin ise bunların arasında yeri yoktur. Avrupa'da Cumhuriyetçi Monarşi olmayan ülkeler sadece: İtalya, Belçika, Hollanda ve İsviçre'dir. İspanya, parlamenter demokrasi şeklinde örgütlenmiş bir anayasal monarşi rejimi ile yönetilir. En azından tek adam yönetimi yoktur. Avrupa ülkeleri arasında belki de Gazze’de yapılan katliama cesurca karşı duran tek ülkenin İspanya olması tesadüf değildir.
Tek adam yönetimdeki Rusya bugün Suriye sahasına yeniden sessizce dönerken ne ABD ne de Avrupa ülkeleri ve İsrail’den tek bir itiraz gelmedi. Ortak hareket ediyorlar. Türkmenleri, Türk askerlerinin bölgedeki kışlasına bombalar yağdıran, 27 Şubat 2020'de askerlerimizi toptan şehit eden Rusya, Kürtlere, Alevilere ve dürzülere karşı yapılan katliamlara da sessiz kalmıştı. Suriye’de birbirinin karşısında görünen Rusya, ABD, AB ve İsrail birlikte hareket etmektedirler. Yanlışlıkla bile olsa bugüne kadar birbirlerine tek kurşun attıkları görülmemiştir.
Halkın her kesimi başta emekçiler olmak üzere bir araya gelemezse sergilenen oyunlar bozulmayacaktır. Halkları birbirine kırdıranların saraylardaki şatafatlı yaşantıları göz kamaştırıyor. İştahları, aç gözlülükleri hiçbir şekilde doymuyor. Hukuk, sadece onların menfaatlerini korumak için işliyor. Lodziak, bunu "zamanın manipülasyonu" olarak adlandırsa da her geçen gün adaletten uzaklaşan yönetimler, insanlıktan ve onun vicdanından kopuyorlar.
Görünüş o ki, Devlet, sermaye çevreleri ve medya, aynı hükümranlık sürecinin parçaları olarak entegre bir tesis oluşturmuş durumdalar. Ortada korunması gereken çıkarları var ve bu çıkarları paylaşamayanlar toplumca çoğunluğu oluşturmaktadır. Şu anda devletlerden daha güçlü olan ve yaşadığımız hayatı her açıdan kuşatan ve biçimlendiren şirketlerin, 19. yüzyılın sonundan itibaren hukuken bir "kişi" statüsünü alan ve son 150 yılda tüm insanları ve devletleri yönetir hale gelen şirketlerin kişilik yapısı, psikoloji literatüründeki ‘’psikopatın’’ karakter özellikleriyle örtüşüyor. (Önceki yazılarımda ‘komite’ başlığında konuyu açmıştım)
Ulus devletleri yok ederek insanlarını etnik, din ve mezhep ayrımlarıyla parçalayarak yoksulluğa sürüklüyorlar. Tek adam yönetimlerinde hapishaneler devasa büyümektedir. En büyük istihdamları gardiyanlıktır. Halkın ortak mekânı ve buluşma yerleri artık hapishanelerdir. Adalet en ucuz ihale gibi el değiştiriyor. Kıyamet, yoksulluğun çaresizliğin sessizliği içinden yükseliyor. Çok sıkıntılı günlerden geçerken, demokratik yaşam her geçen gün gittikçe zorlaşırken, dünyada günden güne kısıtlanmakta olan insan haklarına, adalete, hukuka ve demokrasiye tahammülsüzlük artmaktadır. İnsanoğlu, bir avuç obur azınlığın ele geçirdiği tek adam yönetimlerinde yaşamaya mahkûm ediliyor. İnsanın kendisi olması (sahicilik) bile gitgide zorlaşıyor ve itiraz edene bedel ödettiriliyor. Oysa emperyalizm, narsisin ana sponsoru tek adam rejimlerinin ipiyle kuyuya inilemediği defalarca yaşanarak görülmüştür. Halkları birbirine kırdıran tek adam yönetimlerinin narsizminde ısrar (ki vazgeçmenin reddidir) 'ifrat ‘tan beslenmeleri büyütüyor. (Bakınız; Lasch, C. (2006), ‘Narsizm Kültürü’ Bilim ve Sanat Yayınları, s. 14-15.)
Irak, Suriye ve Filistin’de yüzbinlerce insanın katilleriyle sözde barış adında iş birliği yapılamaz, onlara karşı topyekûn mücadele edilebilir.
Atatürk’ün önderliğinde yüz yıl önce başardığı emperyalizme ve tek adamlığa başkaldırıya önderlik yapılabilirse bölgemizde kalıcı barış ve kardeşlik hâkim olabilir. Evrensel hukukun üstünlüğünde birleşilebilirse tüm kavgalar, yaşanan acılar, yağma ve talanlardan, susturulan vicdanlara vurulan prangalardan kurtulabiliriz. 2532 yıl önce insanoğlunun kendi hukukuna sahip çıkması bugün başarılamaz mı? Çok mu zordur? Sizler karar vereceksiniz.
Yorumlar
Kalan Karakter: