Mücahit Demir

Mücahit Demir

Genç Yazar
[email protected]

Temet Nosce ( * )

14 Şubat 2020 - 21:59

          “Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez,” der Sokrates; gerçekten de öyledir. Öleceğini bilen ve Allah’ın nurundan üflediği bir öz olarak yüce bir ruha sahip olarak yaratılan ademoğlu, kalbindeki sınırsız aşkı ve sevgiyi teskin edecek namütenahi bir varlığa tarihin her döneminde iştiyak duymuş, onu aramış ve sınırlı olan hayat serüveninde kendi sırrını keşfetmek için nice çilelere katlanmış ve gayesine ulaşabilmek adına da kendi derinliğinde çok uzun mesafeler kat ederek Tanrı’sını bilmeye yaklaşmak ve onun kendisinden tam olarak ne istediğini öğrenmeye çalışmış, hayatın gayesini tarihin her döneminde araştıra gelmiştir. Amacımız kendini arayan herkese nereden başlayacağı konusunda bir işaret göstermek ve kalbin içerisine yerleştirilen iyilik tözünü aydınlığa çıkaracak yolların önündeki her türlü engeli ortadan kaldırmak ve kişinin kendisini bulması adına gerekli olan ruhî ve dünyevî hastalıklarının tedavisinin yapılabilmesi için esaslı bir reçete sunmak ve okuyucuyu kendi Hira’sı içerisindeki kalbine doğru kilometrelerce yolculuk yapmaya çağırmaktır. Tabiî, bunu yaparken tasavvufun kurucuları arasında sayılan Sultanü’l Arifin Beyazıd-ı Bistâmi ve Hallaç-ı Mansur’un kendilerine tuttukları kalp aynasından yansıyan hakikat pınarlarından fışkıran nurları bir makale içerisinde toplayıp okuyuculara sunmaya çalışacağız, ilahî tevfik ve inayetin işimizi kolaylaştıracağını umarak kalemimizi, kalbimizin hokkasında damıtıp derinlemesine araştırmaya ve besmele çekerek yazmaya başlıyoruz:rn rn          “Bir saat tefekkür bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır.”(Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127; Aclûnî, I/310) hadisi malum çok tekrarlanan meşhur bir hadistir; ama gereğince uygulanabiliyor mu, hayatta pek bilinmez. Şems Süresi’nde (1-10) : “Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” Ayetleri konumuz bağlamında hatırlamak istiyoruz. Burada tefekküre yapılan vurgunun yanında ayat-ı tekviniyyenin yani yaratılış kanunlarının kullarınca bilimsel bir gözle incelenmesini yüce Allah emir buyurmakta ve ayet-i kerimenin sonundan da anlaşılacağı üzere iradeyi cüz’iye’ye doğrudan atıf yapılmaktadır. Burada dikkatimizi çekmesi gereken husus insanın bilinçli bir tercih yaparak aleyhine bile olsa iyiliği her türlü kötülüğe, uygunsuzluğa ve çirkinliğe tercih etmesinin istenmesindeki, hikmeti ilahinin muradının anlaşılmasında yatmaktadır.rn rn         İyilik ve kötülük problemi üzerine kafa yoran herkesin tespit ettiği şey “mutlak iyinin” yalnız yaratıcı olduğu ve aklını gerektiği gibi yararlı ve faydalı şeyleri elde etmekte kullanan kimsenin iyiliği seçeceği, kötülüğün kaynağının aklın kötüye kullanılması sonucu iyi olması gereken insanın öz değerlerini kaybederek kendisini yozlaştırmasıyla ancak mümkün olabileceği ve bu tür bireylerden oluşan bir toplumun da çürümeye ve kokuşmaya yüz tutacağı hatırdan hiç çıkarmamak gerekir. Konumuz iyilikten açıldığına göre oradan devam edelim. Karanlığı ve aydınlığı kalbinde cem eden bir varlığın(insan) ışığı ne yaparak/yapmayarak yakalayacağı, mutlak iyiye nasıl ulaşacağı ya da kemâli elde etmek için hangi aşamalardan geçeceğini ve başarılı olmak için neler yapması gerektiğini nasıl anlayabiliriz? Bu zor soruların yanıtını makalemizin ilerleyen bölümlerinden bulabileceksiniz; çünkü tek bir şeyi yapmak ya da bir şeyleri yapmamakla bu temel konunun vuzuha kavuşturulması pek mümkün görünmüyor. Ama gelin isterseniz biz, yolumuza insanı melekleştirecek yönü olan ruhunu nasıl yaşatacağını ve neyle besleyebileceğiyle ilgili özgün bir alıntıyla konuya bir girizgâh yapalım.rn rn          Kalp bir sezgi organı, aynı zamanda ilahi tecellilere mahâl olan ve Allah’ın nazargâhı durumunda bulunan bir yerdir. İnsanın hakikati ruhanî kalptedir. İşte Kur’an’da geçen akleden kalp budur ve aynı şekilde denebilir ki; insanın kalbinin hakikati de ruhtur. Davut(as) oğluna “Sendeki aklın yeri neresidir? Diye sorar. Süleyman(as) da “Kalptir; çünkü kalp ruhun kalıbı, ruhta hayat ve canlılığın kalıbıdır” diyerek babasına cevap verir.rn rn          Sühreverdi kalp ve ruh bahsini çok güzel ve anlaşılır bir şekilde anlatmıştır; isterseniz kitaptaki ilgili bölümü gelin birlikte görelim: “Kalp sekinetlerle dolduğu vakit, nefse itminan verir. Çünkü sekinet imanı artıran bir haldir. Bunda yakîn makamına ermeye mani olan şeye karşı kalbin ruh makamına doğru yükselişi vardır. Kalbi ruha doğru yönelen kimsenin nefsi de kalbe doğru meyleder. Nefsin mutmain oluşu, onun kalbe yönelişi ve onun emri altına girmesiyledir. Kişinin nefsi cibilli vasıflardan sıyrıldığı ve tabi karekterinden kurtulduğu zaman, itminan makamına doğru yükselmeye başlar. Bu nefsin adı levvamedir; itminan mahallini bilmesi ve oraya bakması nedeniyle nefs, kendini kınayarak, kötülüğü emreden o normal haline çekilir. Nefs, tasfiye ve tezkiye ettiğinde ruh, nefsin kötülük ve karanlığına yöneltici etkisinden kurtulur. Allah’a doğru kurbiyet makamlarında yükselmeye başlar. Bu haldeyken kalpte, yerleşik bulunduğu makamdan ayrılarak ruha doğru yönelir ve ondan gelecek emir ve işaretleri beklemeye başlar. Kendi vasfına ilave olarak ayrı bir müsbet vasıf daha kazanır, bu vasıf, kalpten daha saf ve temiz olduğundan sırr adını alır. Sırr, müşahade mahalli, kalpte marifet mahalidir. Ruh tarafına yönelip onun etkisi altına giren kalp, tabi safvetine ilave olarak, ikinci bir vasıf kazanınca, ruhta urûc makamındaki kendi özelliğine ek olarak ikinci bir vasıf kazanır. Sırr, kalbin kendi gözükmesidir. Ruh ve kalpteki bu terakki gibi neftse kendi tabi vasfından kalp mahalline doğru yükselir. Kötülüğü emredici özelliği gizlenerek, mutmain nefs haline dönüşür. Kalp, bütün kuvvet, kudret, irade ve ihtiyârını Allah’a has kılar. Mevlası’nın istediklerini ve emrettiklerini ister hale gelmeden önce, nefs de muratların çoğunu bir önceki halde işaret edilen kalpten istemeye başlar. Kalp, nefsin yanında halis kulluğun tadına varınca, irade ve ihtiyârdan hür hale gelir. Çünkü Hakk’ın iradesinden başka bir şeyle ilgilenmez.” Beyazıd-ı Bistami’nin bu manadaki şu sözü pek güzeldir: “ Dostluğu dostuğum, dostluğum dostluğudur. Aşkı aşkım, aşkım aşkıdır. Sevgisi sevgim, sevgim de sevgisidir; derken aşkının seli geldi, O hariç her şeyi sildi süpürdü, geriye bizden bir iz kalmadı. Ezelde Bir olduğu gibi şimdi de Bir’dir O.” Bu anlatılan hiçlik makamıdır.rn rn           Yine O, der ki: “Keşke halk kendini tanıyabilseydi! Çünkü marifetleri kendilerini tanımalarıyla tamam olur “ Kendini tanımak peki nasıl mümkün olacaktır? Elbette bir bütün olarak insanı doğru okumakla "his ve hevanın terkiyle"mümkün olabilir. İnsan ruh ve vücuttan mürekkep, mükerrem bir varlıktır. Bu ikisini dengeleyebildiği ölçüde ve aşırılıklardan nefsini koruyabildiği kadar yeryüzünün halifesi olmaya hak kazanacak; eşref-î mahlûk sıfatını sırtına geçirecek salih ameller işlemeye muvaffak olabilecektir. İnsanın hakikatini yansıtan bu sözlerin ışığında yaşadığını daha çok bedenî varlığıyla hisseden ademoğlunun “tin boyutunu” nasıl keşfedip hangi manevi gıdalarla besleyip geliştireceğini bilip anlaması; çözülmesi gereken son derece hayatî bir mesele haline dönüşmektedir. Fıtratına iyilik melekeleri yerleştirilmiş halde dünyaya gözlerini ilk defa açan bir bebek, çevresinin ve ailesinin olumlu/olumsuz tesiriyle aslında yavaş yavaş büyüyüp gelişirken; aldığı eğitim, toplumsal örf ve adetler bireyi bazı zihinsel ve düşünsel sınırlamalara maruz bıraksa da insan eğer kendi varlığını araştıracak ve bu yolda emek harcayacak en değerli zamanı bulabildiği veya kendisi için bu zamanı ayırabildiği ve bundan daha önemlisi yaşarken kendisine emanet edilmiş fıtratını korumayı başarabilirse; gerçek özgürlüğe giden yolun taşlarını ilahi vahyin aydınlığında olayları ve olguları kalbi selim, aklı selim süzgecinden geçirerek doğru bir şekilde değerlendirip hakikate bu şekilde ulaşılabileceği görülecektir. “Kim hürriyeti murat edinirse, kulluğa sıkı sıkı yapışsın. Çünkü gerçek hürriyet Allah’tan başkasına kulluk yapmamaktır. (Hallaç)” rnrn          İnsanın hakikate aracısız ulaşma çabasında bu konuda kafa yormuş tüm insanlık birikiminden yararlanılmaması zaten düşünülemez. Hakk’a giden insanların nefesleri adedince yol vardır fehvasınca daha önce bu yollardan geçenleri dinlemek ve onların dikkat çektiği noktalar üzerinde inceden inceye tefekkür etmek ve onları sentezleyerek yeni önermeler elde etmeye çalışmak; aklın ve bilmin ışığında sorumluluk sahibi her kulun önce kendisine sorup sonra yanıtlaması gereken belki de ilk sorundur: “İnsan düşündüğü için insandır. İnsanın akla uygun düşünmesi gerektiği aşikârdır. Akla uygun düşünen bir kişi, her şeyden önce hangi amaç için yaşaması gerektiğini düşünür; ruhu ve Allah hakkında düşünür. Şimdi dünyevî insanların neyi düşündüğüne bakın, yukarıda sayılanlar hariç her şey hakkında. Dans, müzik, şarkı ve benzeri eğlenceleri düşünürler; binaları, sağlığı, gücü düşünürler, krallara ve zenginlere hased ederler. Ama asla insan olmak ne demek, bunu düşünmezler. (Blaise Pascal) [Tolstoy, Din Nedir?  Sayfa: 189]” “Büyük insanları dinleyiniz. Hakk’a götüren yolu onlardan öğreniniz. Büyük yolun yolcuları onlardır. Onlara nefsinizin kötü hallerini sorunuz şahsi arzu ve tabii isteklerin kötü durumlarını onlardan öğreniniz (Beyazıd).” Biz bu konuda insanlığa rehber olabileceklerine gönülden inandığımız iki yüce şahsiyetin kendilerini keşfetme serüveninde izledikleri yolları, ortak noktalarını, hayat felsefeleri ve okuyanın ezberlemek için bir kez daha okumaktan kendini alamayacağı harkûlade manevi miraslarını elimizden geldiğince yorumlamaya ve onların ruhları diriltici nefeslerini günümüze taşımaya gayret edeceğiz…rn rn          İnsanın hem iyilik hem de kötülük işleme potansiyelini barındırarak yaratıldığını ancak nefis teskiyesi ile kendi benliğini şeytanın hile ve vesveselerinden cüz’i iradesinin bilinçli tercihleriyle ve ilahi bir yardımla kurtarabileceği ve bu konuda ancak nefsini arındıranların kurtuluşa erebileceği (Şems,9-10) bilindiği üzere yukarıda ifade etmiştik. Hallaç: ”Allah’ı bilmenin belirtisi içini dünya ve ahiretten arındırmış olmaktır,” diyerek sadece kalbin arındırılmasını yeterli görmemiş bundan dolayı bir ahiret beklentisinin içerisine girilmesine razı olmamış, bu tür bir beklentiyi bile yanlış bulmuştur. Buraya kadar anlattıklarımızdan kalbin arındırılmasının veya başka bir deyişle “kalbî selim’in” nasıl elde edileceği hususunun ön plana çıktığı görülecektir. "Şu tasavvufi hayat asla taleple ele geçmez; onu ancak talep edenler ele geçirebilir," kalbi selim’e yani kötülüklerden arındırılmış som altın kadar saf ve kıymetli hâle kalbimizi nasıl getireceğiz? Bilinçli bir tercih ve fasılası olmayan bir gayret ve cehd ile: "Dünyayı ahirete tercih edenin cehaleti ilminden, gafleti zikrinden, günahı sevabından çok olur. Ahireti dünyaya tercih edenin susması konuşmasından, fakirliği zenginliğinden, kaygısı sevincinden fazla olur, kalbinde muhabbet galip olur. Sırrı, yakınlık makamında bulunur. Bu yüzden nefsi hizmet bağı ile bağlanmış bulunur, kalbi ayrılık korkusuna esir düşer, ruhu sohbetle ünsiyet eder."  Tasavvuf yoluna giren kimse: İnsanlara en fazla zararı dokunan şeyin gaflet ve cehalet olduğunu ve bundan kurtulabilmek için de hikmetî öğrenmek gibi kutsal bir vazifesi olduğunu idrak ve şuûruna ererek yapması gerekenlerin farkına varacak; “iyi insan olmanın” yollarını devamlı araştıracak ve kâmil bir insan olmaya doğru tekâmül ederek, hedefine emin adımlarla sürekli ilerleyecektir.rn rn           İnsan ilimle ve kendini öz cevherini keşfetmekle meşgul olmazsa eğer -Hallaç'ın da kişinin kendi nefsine dikkat etmesini şiddettle tavsiye ettiği gibi,-nefis onu kendisiyle meşgul eder ve bu durum Allah’tan seni epeyce uzaklaştırır. Sufiler bu konuda çok hassas davrandıklarından sadece kalplerinin içerisindekilere değil, daha düşünceler kalplerine girmeden onları kapıda karşılamış ve ince bir elekten geçirmeden her şeyin içeri girmesine müsaade etmemişler ve bu sayede şeytanî hile ve desiselerin gönüllerinde ayrık otları gibi filizlenerek kök salmasını manî olmaya muvaffak olabilmişlerdir. "Sufi, sağ elinde Allah’ın kitabı, sol elinde Allah Resülü’nün sünneti var. Bir gözüyle cennete, öbürüyle cehenneme bakar (ama ikisinden de gözü olmaz) dünyayı peştamal gibi sarar, ahirette üstünü örter ve bu ikisi arasından Mevla’ya hitap edip: Lebbeyke Allahümme Lebbey (Allah’ın emrine uydum, huzuruna geldim, sadece Seni isterim) der." rn rn          “Otuz sene mücâhede eyledim, nefsimin istediklerini yapmadım. İlimden ve ilme uymaktan daha zor bir şey bulamadım," der arifler; yani gafletten uyanarak ilmî talep etmekle de iş bitmemekte aslolanın insanın öğrendiklerine uygun şekilde hareket etmesinin şart olduğu vurgulanmıştır. Gerçek marifetin: ”Ulema Eşhedüenlailaheillallah” cennetin anahtarıdır, diyor; doğru ama kilit olmazsa anahtar neyi açar. “Laialahe illallah” cümlesinin kilidi, şu dört şeydir: Yalan söylemeyen, gıybet yapmayan bir dil, hilesi hud’ası olmayan bir gönül, içine haram ya da helâllığı şüpheli olan bir gıda girmeyen mide, bid’attan ve nefsin arzusundan uzak olarak yapılan işler," bu şekilde anlaşılması gerektiği ve o günkü alimlerin marifet anlayışından bu anlayışın çok farklı olduğunu özellikle belirtmek istemiştir. Peki dünya sıkıntılarıyla her an perdelen kalbimiz ne tür bir faaliyetle bu perdeyi yırtıp şu aşk ilmîni; kalbimizin kapısından içeri buyur etmesi nasıl mümkün olacaktır? Allah’ın gazabı dışındaki her türlü korkunun veya Allah’tan başka herhangi bir ümidin kalbe yerleşmesini en kalın perde olarak gören Hallaç‘ın bu çetrefilli soruya getirdiği çözümleme ise doğrudan “akleden kalp’le” ilgilidir: “Basiret sahiplerinin basireti, âriflerin marifeti, Rabbânî âlimlerin nuru, ezeli ve ebedi olarak kurtuluşa eren önderlerin tuttukları yol ve ortada olan her şey sonradan olmadır. Ama bunu nasıl ve ne ile bilecekler? Bunlar kimler içindir? Kendisinde bir kalp bulunan veya müşahede halindeyken kulak kesilen kimse için.” Böyle bir kimse kalbine hakîm olduğu için artık semalardan, kalbî vahiy/ilham almaya uygun hâle gelmiş demektir. "Kul, marifet makamına ulaşınca, Allah ona vahiy gönderir. Kulunun gönlüne Allah’tan gelen ilham dışında hiçbir şey girmesin diye, onun sırrını koruma altına alır." Yine bir seferinde dua ederken "Sana basiretini yağdırması için kalbini Allah’ın konağı haline getir. Getir ki, melekût gökten yere insin ve senin kalbini mesken edinsin," bunları söyler ve Hak’dan gelen ilhama, hiçbir şeyin karşı çıkamayacağını da ilave edecektir. Marifet makamına nasıl ulaşılacağını ise Ebu Yezid şöyle izah eder: “Marifet sahipleri haklarından feragat ederek, kendilerini ona vakfederek buna nâil olmuşlardır.” “Allah, bir insanı kendine dost olarak seçmek isteyince, önce ona zikir kapısını, sonra da yakınlık kapısını açar. Ardından da onu tevhit makamına yükseltir. Sonra onun önündeki perdeleri kaldırır da kul Hakk’ı apaçık görür. Daha sonra Allah, bu kulunu Allah’ı birleme yurduna sokar, ardından da onun için ululuk ve güzellik örtüsünü aralar. Bakışı cemale uğrayınca, kul, artık kendini aşar ve benliğinden soyunarak Allah ile ebediliğe ulaşır. Bu hale gelen kul, Allah’ın koruması altına girer ve benliğinin dava ve iddialarından tamamen arınıp uzaklaşır (Hallaç)”rn rn           “Kul için, hiç olmaktan daha iyi hiçbir şey yoktur; ne zühd ne ilim ne de amel! Kul hiç olunca hep olur. Bir gün nefsime dedim: " Gel seninle Rabbime gidelim. Gelmedi. Ben de tek başına yürüdüm, gittim. Yılan gömleğinden nasıl çıkarsa ben de Beyazıdlığımdan (benliğimden) öyle çıktım. Baktım ve aşıkı maşuku bir olarak gördüm. Zaten tevhid aleminde her şey bir görünür. Ey benim Efendim! Seni nerede arayım? Dedim. Bunun üzerinde perde açıldı ve gördüm ki: Ben benim, ben yine benim, aradığım hususa yöneltiliyorum; yürüyen de başkası değil ben oluyorum.”rnrn            Marifet ehli bilir ki, şu kâinattaki en büyük, en ehem hakikat tevhittir. Yere ve göğe sığmayan aziz ve yüce Allah, işte böyle hakikatin peşine ihlâsla düşen bir kulunun gönlüne sığar ve artık onun kalbi Padişah’ın (Arş’ın Rabbi’nin) bir misafirhanesi hükmünde olduğundan “Önceleri evi (Kabe’yi) tavaf edip onu aradım. Ona erince gördüm ki, ev etrafımda tavaf etmekte,” diyen kalp ehli, ilahî aşk sarhoşu, Sultanü’l Arifîn, büyük veli Beyazıd-I Bistami (ks) gelin isterseniz son noktayı yine o koysun: “Tam 40 sene kalp bekçisi oldum ve onu gözetledim, sonuçta O Rab, Rab’ta kul!.”rnrn( * ) : Kendini Tanı! rn14.02.2020rnM.Mücahit DEMİR / Ulkepostası

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum