Mücahit Demir

Mücahit Demir

Genç Yazar
[email protected]

AYDINLANMA [ XIV ]

02 Aralık 2020 - 14:55

Sokrates bilginin (erdemin) başlangıç noktasının kişinin kendi yetersizliğini bilmesi olduğunu, ikinci adım olarak ise kişinin kendi ruhunu tanıyarak aklın yolunu seçmesine engel oluşturan tutkularını öğrenip onlara hâkim olmayı öğrenmesini önermektedir. Ona göre tutkular kişinin gerçekten özgür olmasını engellemektedir. Etik ve felsefe bilimlerinde derin izler bırakan Sokrates’in acıklı ölümünden sonra filozoflar başlıca etik sorunlarını “iyi olmak nedir?” ve “mutluluğa nasıl ulaşılır?” olarak tanımlamaya başladılar. Ve bu sorulara mantıksal akıl yürütmeler yoluyla ulaşmaya çalıştılar. 18.yy’da Kant, aklını kullanmaya cesaret et, demişti. Nice filozof ve aydın Kant’ın açtığı yolda ilerledi ve dönemin ihtiyaçlarına ve gereksinimlerine göre yeni açılımlar getirdi bu alt başlığa. Evet bir alt başlık ama o olmadan yolun başını ve sonunu görmeye çalışmak sanki nafile bir çabaydı; çünkü pusluydu hava, beşer bir cahiliyeden kurtulup başka bir cahiliyenin pençesine düşüyor, gün geçtikçe hakikatin üzerine toprak atılıyor ve insanlık erdemlerden ve doğallıktan(fıtrat) uzaklaşıyor, her geçen gün büyük kusurlarıyla kendine daha fazla yabancılaşıyordu.
         Kant bir meşale yaktı insanlığa ve aydınlanmayı şöyle tanımlamıştı: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.” Bu sözcüklerin ardından Kant, sözü edilen “ergin olmama durumu“nu “[i]nsanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışı” olarak açıklıyordu. Bu “aklını kullanamayış, “bireyin düşüncelerinin ve de kararlarının bir başkasına bağımlı hale gelmesine dayanır. Örneğin “benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık, çünkü benim yerime düşünen ve karar veren bir başka özne üzerimde söz sahibidir. Öyleyse aydınlama’nın öznesi olan insanın “aklını kullanması”, aydınlanması için bir önkoşuldur. Tembellik ve korkaklık nedeniyle “aklını kullanma cesaretini gösteremeyen” bireyler ise, “ergin olamama durumundan kurtulamayan “kimselerdir.
       “Kölelik bugün ‘insanın insan tarafından sömürülmesi’ denen şeyin ilk biçimidir. Bunun içinde en acımasız olandır. Orta çağ evet artık köleliği tanımıyordu, ama orada da toprak köleliği söz konusudur (serfler). Modern toplumun ise, sömürgeciliğin yanı sıra, ücretlileri vardır. En güçlü kişilerin en zayıflara yaptığı baskılardan dolayı insanların kurtuluşu çok ağır yol almaktadır.” (Bonnard, s.150.)  Ali Şeriati Batı Düşünce Sistemlerinin (kapitalizm/sosyalizm/liberalizm) ruhu ihmal ettiği görüşündedir ve bunu şöyle ifade eder: “Bedenin ruha üstünlüğü ön planda tutulduğunda, “İnsan dış dünya içinde boğulup, bu alanda elde ettiği başarı ve ilerlemeleri ölçüsünde kendinden uzaklaşmakta ve kendi gerçeğini unutmaktadır.” (Ali Şeriati, Marksizm Ve Diğer Batı Düşünceleri, s.19.) Böylece, ruhun önceliği yitirilmiş olur. İnsanın tefekkür etmesini engelleyen birçok nedenler arasında sosyalleşmenin aşırılıkları da yer alır. Dewey’e göre, bugünkü insan kendini yönetme açısından dünkü insandan daha zayıf ve bilgisizdir. Aşırılıkların insanı elinde tutması kişinin kendisini yönetememesi ile yakından ilgilidir ve başlı başına incelenmeyi hak edecek kadar derin bir konudur. Evet bilimde ve uzayda çok yol kateden, sürekli ilerleyen insan geçen yüzlerce asra rağmen kendisinden bir o kadar uzaklaşmakta günlük koşturmaca ve gündelik ihtiyaçları içerisinde kaybolmakta, kendisini ayakta tutan asıl yanı olan ruhunu gün geçtikçe yitirmekte ve kendine yabancılaşmakta, doymak bilmez bir iştihayla sadece fiziksel ihtiyaçlarının peşinden koşarak ömrünü geçirmektedir. Tasavvuf külliyatımız insanı insan yapan değerlerin ihyasıyla doludur. Çağın kapitalizm/sosyalizm ve modernizm adı altında dayattığı tüm kusurlu ve eksik sistemleri karşısında insanoğluna ideal bir devlet sistemi aramadan evvel ideal bir insan tarifiyle işe başlamaları gerektiğini hatırlatmak isteriz. Dinimize göre bu insan kâmil insandır. Kâmil insan olabilmenin 2 şarta bağlı olduğunu söyler Dr. Ali Şeriati: “Pekâlâ, ben (yere) düşmüşüm ve düşüş halindeyim. Şimdi ise Allah’a dönmek istiyorum. Yolu nedir? (Biri) akıl ve bilim ötesi bilinç anlamında “hikmet”(ki, bu kendini bilmektir) vesilesiyle. (Diğeri) kendini insan olarak inşa etme, yani derunundaki ruhu koruma anlamında “takva”. Dünyanın tüm çilelerine ve olumsuzluklarına sabırla göğüs geren sarp yokuşa tırmanma azmindeki beşerin yapması gereken kötülüklerden ve çirkin işlerden nefsini arındırarak, kendi kalbini muhafaza etmesi ve zamanın çocuğu olarak üzerine düşeni bihakkın yapma iradesini gösterebilmesidir. Zaten “takva”, muhafaza etmektir; “vikaye” kökünden gelir ve korumak anlamındadır. Korumam gereken bir şeye sahip olduğum anlaşılıyor. “Zikir”, anmaktır; sahip olduğum bir şeyi hatırlamaktır. Hayat, düşman, vesveseler, maddi bireysel ve kişisel hayat, menfaatler vs. hepsi beni unutkanlığa sürükler. Sonra da ibadet, unutulanı “yüzeye” çıkarmak ve değerler karşısında teslim olmak için gösterilen çabadır. İslâm barış dinidir evet ama kiminle ne üzerine barış? İslâm, kiminle bir arada yaşama anlamındadır? İslâm, insanın bu değerlere karşı teslim olması; abidçe hakkı kabul etme ve o değerlere biattır, yoksa yeryüzündeki süper güçlerle barış değil. (mesela meseleye aydınca karşı koymak ister! ) Âsi Âdem, orada aşkın değerlerin karşısında (yer alır) ve bu değerlerin karşısındaki en kâmil insan, en çok ibadet etmiş, en çok teslim olmuş, en yumuşak ve en çok boyun eğen insandır. Bu değerlere kul olmuş kimsedir; bu değerlerin karşısındaki en özgür insan, en bağımsız ve en güçlü insan, en iyi kul olmuş insandır. İdeal insan, istikâmeti doğru olan hedef sahibi bir insandır. Bir insanın hedefi, bireysel seçimlerinde adaleti tesis ederek, Hz.İbrahim(as) gibi tüm putları kırıp, afakta ve enfüste tevhide ulaşmak olmalıdır. Çünkü İslâm’ın dünya görüşü tevhid esasına dayanır. Bu yüzden biz, İbrahim’in risaletinin yeryüzündeki bütün insanların misyonu olduğuna, her an ve her gün sorumluluğunu taşıdığımız bir ödev olduğuna, gelecek nesillerin bizden alması, geliştirmesi, yeryüzünde yayması ve insanlığı ona çağırması gereken bir mesaj olduğuna inanıyoruz. (Ali Şeriati, Dünyagörüşü ve İdeoloji, Syf.258)
        Kâmil insanların oluşturduğu böyle bir toplumda huzursuzluk, mutsuzluk, kavga ve kargaşa yaşanmaz. Zekât verecek insan bile bulunmaz; çünkü herkes elindekiyle mutlu ve kendisi için değil, başkasının mutluluğu için yaşamaktadır. Herkesin birbiriyle kardeş olduğu böyle bir toplumun nasıl kurulacağını araştırmak isteyen filozof adaylarına tavsiyemiz: Asr-ı saadet tecrübesini hece hece, harf harf okumanın yanında, diğer gelmiş geçmiş tüm yüce peygamberlerin hayatlarını bir o titizlikle incelemenin kendilerini aydınlatacağına inancımızın tam olduğudur.

02.12.2020
M. Mücahit DEMİR / Ülkepostası