Âsım'ın Nesli ve ötekiler!

Ömer Faruk Arlı - Araştırmacı Yazar omerfarukarli@ulkepostasi.com
ABONE OL

“Yeseviyye yolunda bulunan mürîdler gibi, sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık ol.”

“İstiklâl Marşı’nın kabul edildiği ve Mehmet Âkif Ersoy’un anma günü” olarak kutlanan 12 Mart etkinlikleri münasebetiyle okullarına ait spor salonunda bir program yapılacaktı.

Edebiyat derslerine giren Emine öğretmen, şiire olan yatkınlığından dolayı Tarık’a, millî şairin şiirlerinden birini okuma görevini vermişti.

Tarık, sevinçten havalara uçmuştu. Tenha bir köşeye çekilerek seslendireceği şiiri defalarca okudu. Sıra ezberlemeye gelmişti. Ama öncesinde “Asım’ın Nesli” kimdi? sorusuna cevap bulmak için araştırmaya koyuldu.

Arıların koruduğu sahabe
Hazreti Peygamberin (sav), İslam’ı öğretmek üzere gönderdiği eğitici heyette yer alan Âsım bin Sâbit ve arkadaşları, Reci bölgesinde Lihyanoğulları’nın saldırısına uğrarlar ve teslim olmamak için de direnirler. Birçok müşriki yere serdikten sonra, şehit olacağını anlayan Âsım, “Allah’ım Senin dinini korumaya çalıştım. Sen de cesedimi müşriklerden koru.” diyerek duâ eder.

Allah-ü Teâlâ, Hz. Âsım bin Sâbit'in duasını kabul buyurur ve gönderdiği arı sürüsü, bulut gibi Âsım bin Sâbit'in cesedini, onun başını keserek, kafatası ile şarap içmeye yemin eden Sülafa ve adamlarından korur. Akşam olunca da sele dönüşen yağmur, Âsım bin Sâbit'in cesedini alıp götürür. Hadiseden sonra Âsım, "Arıların koruduğu kimse" diye anılmaya başlanır.

Âsım hakkında detaylı bir bilgiye vakıf olan Tarık’ın tekrarları, tam bir hafta sürmüştü. Hem sınıf arkadaşlarından hem de vazifeyi veren öğretmeninden geçer not alınca, heyecanla tören gününü beklemeye başladı.

Nihâyet beklenen gün gelmiş, kimya derslerine giren Ceyda öğretmenleri de kürsünün başında belirmişti. Belli ki programı o sunacaktı. Saygı duruşu ve İstiklâl Marşı’nın ardından, açılış konuşmalarını yapmak üzere sırasıyla okul müdürü, İlçe Millî Eğitim Müdürü ile Kaymakam Bey’i anons etti.

Kürsüye gelenlerin ortak vurgusu, millî şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un ideâlize ettiği Âsım’ın Nesli’ydi.

Salonu dolduran öğrenciler, açılış konuşmalarından sonra gözlerini sahneden ayırmıyordu. Zira bekledikleri önemli bir konuk vardı: Mehmet Âkif Ersoy’un torunu Selma Argon. Heyecanla isminin anons edilmesini bekliyorlardı ki, başka bir isim duyuldu hoparlörlerden!

Hiç tanımadıkları, bilmedikleri ve daha önce hiç görmedikleri biri belirdi kürsü başında: 1908 yılında “Sırât-ı Müstakîm” ismiyle yayın hayatına başlayan, sahipleri Eşref Edip ile Ebulûla Zeynelabidin, Başmuharriri ise M.Âkif Ersoy olan Sebîlürreşâd Mecmuâsının günümüzdeki Genel Yayın Yönetmeni.

Mikrofonu eline alır almaz, salonu dolduranların yoğun ilgisinden olacak ki, parlayan gözleriyle önce protokolü sonra da öğretmen ve öğrencileri selamlayarak başladı konuşmasına;

“Âkif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı!” dedikten sonra “Fatih Gökmen ile Âkif’in aralarında geçen olayı paylaşmak istiyorum sizinle…” cümlesini kurdu ve başladı anlatmaya;

Söz vermek
“Ben Vaniköy’de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün, öğlen yemeğinde oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün, öyle yağmurlu bir hava oldu ki, her taraf sele boğuldu. Merhum yürümeyi severdi. Havanın bu hâliyle karadan gelemeyeceğini tahmin ettim. Anlaştığımız vaktin dolmasına yakın iskeleye yanaşan vapurdan çıkmamıştı. Bir sonraki vapur ise, bir buçuk saat sonra gelecekti. Hâl böyle olunca; hizmetçiye, vapur gelmeden döneceğimi söyleyerek, yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Vaktinde evime döndüğümde; Mehmet Âkif Bey’in, sırılsıklam bir vaziyette eve geldiğini, beni bulamayınca da evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmediğini öğrendim. ‘Selâm söyleyin’ demiş ve o yağmurlu havada geri dönüp gitmiş! Ertesi gün kendisiyle karşılaştığımda; vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim ama dinlemedi. -Bir söz, ya ölüm ya da ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir- dedi ve benimle tam altı ay dargın kaldı.”dedi…

Şiir okumak için sıra bekleyen Tarık, verilen söz karşısında gösterilen refleksi değerli bulmuş, hatıradan da etkilenmişti. Kürsüdeki konuşmasına devam ediyordu ama Tarık onun ne söylediğini duymuyordu artık… Dalıp gitmişti… Söz vermeye dair söylemin ne kadarı ile amel ediliyordu? Hâl dili mi yoksa kal dili mi önemliydi?

Sorulara cevap ararken, bir zaman tüneli açılmış ve oradan içeri girmişti:

Altmış üçte yere girmek
Nereye gittiğinin bir önemi yoktu! Girdiği yol, onu doğruluğa, hâkikate ve dürüst olamaya, en önemlisi vefalı olmaya götürecekti… Yol boyunca sağlı sollu tanıdık simâlara ve isimlere denk geldi.

Onu ilk karşılayan, “Dünya benim diyenler, cihan malını alanlar, / Kerkenez kuşu gibi olup, o harama batmışlar / Molla, müftü olanlar, yanlış fetva verenler / Akı kara eyleyenler, o cehenneme girmişler…” dörtlüğüyle Hoca Ahmed Yesevi oldu.

Dayanamadı yaşını sordu. Aldığı cevap “Arş üstünde namaz kılıp dizimi büktüm; / Dileğimi deyip, Hakkâ bakıp yaşımı döktüm; / Yalancı âşık, sahte sufi gördüm, kötüledim. / O sebepten altmış ûçte girdim yere.” oldu son olarak, “Yeseviyye yolunda bulunan mürîdler gibi, sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık ol.” tembihini ekledi.

Yiğit bir defa söz verdi mi, onu namusu bilir.
İçinden “Keşke Şeyh Edebali’yi de görsem!” diye geçirmişti ki,“Oğul, insanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki, dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz…” demez mi?

Tarık, “Burada alacağım çok ve kıymetlidir” deyip diz kırıp oturdu. Birdenbire etrafı kalabalıklaştı. Sağındaki tebessümle: “Ben, Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Gazi” diyerek onu rahatlattı. Her ikisi de Şeyh Edebali’nin, nasihatlerine devam etmesini istedi.

“Bu yolda nazarımızı sonsuzluğa dikip; büyük yürümek ve büyük ölmek gerek. Bu yolda hırs, diken; benlik ve kibir, engeldir oğul. Sakın ha kendine takılmayasın ve kendinde boğulmayasın.

Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul. Hizmette önde, ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmakta kaçınmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsânıdır.

Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü söyleme, bildiğini bilme, sözünü unutma, sözü, söz olsun diye söyleme…

Sen bizim rüyamız, sen bizim devâmız, sen bizim duamızsın oğul. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun.” diyerek faslı tamamladı.

Söz bitince, gök yarıldı, yanlarına Zümrüd-ü Anka kondu. Sırtına bindiği gibi Kaf dağına doğru kanatlandı…

Hak’tan alıp hakka vermek
O kadar dönmüştü ki, döne döne yoruldu ve bir postun üzerine serildi. Başını kaldırdığında bir postnişin etrafında dönenleri gördü.

“Kim, kimdir burada? Hikmeti nedir dönmenin?” diye suâl etti. “Biz semazenleriz, başımızdaki ise Mevlâna Hazretleri. Hak’tan alıp halka veririz.” cevabını alınca ikinci soruyu yöneltti: “Peki, ya hakikat?” Sesinin yankısı bitmeden onun sesini duydu; “Yaradan'ın elinde bir aynaydı, düştü ve paramparça oldu. Herkes eline bir parça alıp baktı ve hakikati bulduğunu sandı...”

Tarık, eteğine uzanıp destur isteyince, kulağına eğilen Pîr, “Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.” dedi…

İncinsen de incitme
Yüzünü çile dağına dönmüştü Tarık. Donu yeşil, elinde yeşil sancak ve yüzü örtülü, boz atlı Hacı Bektaşi Velî çıkageldi. Saru İsmail’e söylenen sözü işitti: "Er odur ki, ölmeden önce ölür ve kendi bedenini yıkar. Sen de buna ermeye çalış." Gözden uzaklaşırken de sesini dağlara emanet etti: “İncinsen de incitme”

Yorulmuştu Tarık, bir gölge bulup sırtını ağaca vermişti ki sırtında odunla bir derviş belirdi. Nerden gelip nereye gidersin?” diye sordu. “Taptuk’un kapısından başka gidecek yerim mi var?” dedi. Gözü, dervişin sırtındaki yüke takıldı: “Odunlar, nasıl da düz!” diye içinden geçirdi. “Cümleler doğrudur, sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen.” sesini işitince, onun Yunus Emre olduğunu anladı ve duâyla kurduğu sofrasından istifade edip tekrar yola revân oldu…

İhlâsla yoğrulmak, ihlâsla yoğurmak
Adımları büyümüştü, kendini Bursa'da, bir çilehane yakınında buldu. Yan taraftaki fırından, "Somunlar, müminler" nidasıyla çıkan Somuncu Baba’ya rastladı. Elinde nar gibi kızarmış, mis kokulu sıcak ekmekler vardı. Tarık, kendisine uzatılan ekmekten bir parça aldı, tadı damağında kaldı. Tarifini istedi, fırıncı usulca anlattı… “Ya tutmazsa!” diye vesveseye dalınca, “Evlat, ihlâsla yoğur hamuru, ihlasla” dedi ve gülerek uzaklaştı.

Sen seni bil, sen seni…
Somunu bitirmeye vakit bulamasa da kendisini, Engürü kalesinin eteklerinde buldu. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, binlerce müridine sesleniyordu dergâhında: “Bayram özünü bildi / Bileni anda buldu. / Bulan ol kendi oldu, / Sen seni bil sen seni…”

İstanbul’un Fatiha’sı, hünkâr ile hocası
Yeniden yola düştü Tarık… Mayıs’ın son günleriydi: şaha kalkmış İstanbul halkı, II. Mehmed ile Akşemseddin’i karşılıyordu… Mahşeri kalabalığa karışmıştı. Halk, Hacı Bayram-ı Veli’den icâzet alan, hilafet tacı giydirilen talebesi Akşemseddin'i, II. Mehmed zannederek, çiçek uzatıyor, Akşemseddin ise "Padişah ben değilim" diyerek yanındakini işâret ediyordu.

Genç sultan, "Hünkâr benim ama o benim hocamdır. Çiçekler de O'na layıktır!" sözüyle tebessüm ediyordu. Fethin ilk Cuma namazını kıldıran da Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin kabrini tespit eden de oydu. Fatih Sultan Mehmed Hân…

Hakkın sesi
Neden ve nasıl olduğunu anlayamamıştı! Fetihten sonra İstanbul’dan çıkamamıştı. Belki de çıkmak istemiyordu ama işin içinden şiirle çıkanlar vardı:

“Âsım’ın nesli… diyordum ya… Nesilmiş gerçek. / İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek. / Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar… / O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar. / Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor. / Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! / Sen ki asımın neslinin, çiğnetme namusunu. / At üstünden korkunun ve gafletin kâbusunu. / Ateşler yakıp Nemrut misali, atsalar seni. / Sakın hâ! Terk etmeyesin, imanını, dinini.”

Şiir, tanıdık gelmişti. Çok geçmeden hatırladı ve kendine geldi. Ezberlediği satırlar, şiirin sahibi tarafından okunuyordu.  Utana sıkıla ağzından; “Âsım!” ismi döküldü, gerisini getiremedi.

Getiremedi çünkü karşısında vakar ve hayâsıyla, zulme isyanıyla, Müslüman gençliğin ayrıntılarıyla anlatıldığı; iman, irfan, fazilet ve bilgi ile donanmış, karakterli, ahlâklı, kişilikli; vatanına, milletine ve dinine sahip çıkan, dahası bunları yüceltmek için tüm imkânları seferber eden bir gençliği ideâlize eden İstiklâl Şairi Mehmet Âkif Ersoy duruyordu.

Gençliğe hitâbe…
“Müsaadenizle” diyerek sürekli Doğu istikametinde yürüdü ve hınca hınç dolu bir salonda buldu kendini. Kürsüde heyecanlı bir hatip vardı. Merak edip yaklaştığında Necip Fazıl Kısakürek’le karşılaştı. Çilesi, sesine yansımıştı ama ümitvardı: "Zaman bendedir ve mekân bana emanettir! " şuurunda olan, Halka değil hakka inanan, "kim var! " diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım! " cevabını veren, zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin bir gençlik istiyorum, sağına soluna bakmadan "ben varım" diyebilen bir gençlik...” Salonu dolduranların alkışı da üstadın meydan okuması da devam ediyordu:

“Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”

Konferans tamamlanmıştı ama Tarık’ın zaman tünelindeki yolculuğu henüz tamamlanmamıştı.

Hür tefekkürün kalesi
Utanmıştı, başını öne eğerek yoluna devam etti. Çok geçmeden, hür tefekkürün kalesine vardı. Burçlara çıktı, eline 'Bu Ülke' isimli bir kitap geçti. Kapağını açınca, yeni bir kapı açılmıştı ona ve ardından gelenlere. “Ne romancıyım ne şairim ne de tarihçiyim. Sadece dürüstüm” diyordu Cemil Meriç. “Önce dürüst ol, sonra üzerine ne inşâ edersen et." diye telkinde bulunmayı da ihmâl etmemişti.

Artık ne gidecek yol ne açılacak kapı ne de dinleyecek kimse kalmıştı… Birden iki kolunda acı hissetmeye başlamıştı. Gözlerini araladığında; Din Kültürü ve Ahlâk derslerine giren Cemâl hocayı, başucunda buldu. Bir yandan iki eliyle silkeliyor, diğer yandan “Ne yapıyorsun burada? Sıran geldi. Hadi çık, şiirini oku” diyordu.

İrkilmişti Tarık…  “Hocam, söz vermek, sözünde durmamak ve yalan söylemek…” dedi gerisini getiremedi. Tâkati tükenmişti… “Evlâdım, söz namustur. Kişi, namusunu korumada ne kadar titiz davranırsa, sözünü tutmak konusunda da bir o kadar titiz olmalıdır. Söz vermeden önce iyi düşünmeliyiz. Söz verdikten sonra -yerine getiremem- endişesiyle insan tir tir titremeli. Unutma ki, şahsiyeti oturmuş insanlar, söz ve sır konusunda her zaman hassas davranmışlardır. Evet, insan söz vermeli ama asla sözünde yalancı çıkmamalı ve yalan söylememeli. Bak, şiirini okuyacağın millî şairimiz bile -Ya söz verme ya da ne pahasına olursa olsun sözünü tut- diyerek çok önemli bir hakikati bize ders olarak vermiyor mu?”

Tarık, bir nebze olsun rahatlamıştı. Önce terini sildi ardından kravatını düzeltti. Kulağı ise Cemâl hocasındaydı:

“Sözümü, muteber iki kaynağımızdan örneklerle bitireyim; Cenâb-ı Allah (cc) “Verdiğiniz sözü tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya çekileceksiniz.” emrederken, Peygamber Efendimiz (sav) “Dört şey münafıklık alametidir. Emanet olunana hıyanet etmek, yalan söylemek, vaadini bozmak, sözünde durmamak” demiyor mu?
Hadi şimdi çık şiirini oku yoksa Ceyda hoca da Emine hoca da seni azarlayacak…”

Peki, hocam...
Kaynak:

  [1]TDV İslâm Ansiklopedisi (1991) Cilt 3, sayfa 479-480 

  [2]Ersoy M.Akif, (2007) Safahat/İstanbul Boğaziçi Yayınları

  [3]Ahmed Kul Hoca, Divan-i Hikmet

  [4]Cenabi Mustafa, Cenabî Tarihi. 

  [5]Gülçiçek A.D, (2003).Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 

  [6]Wiki Kaynak

  [7]Ersoy M.Âkif, (2007) Safahat./İstanbul Boğaziçi Yayınları

  [8]İsrâ Sûresi 34.ayet

  [9]Hadis-i Şerif/İ.Neccar
ÖMER FARUK ARLI