DEĞİŞİM Bir duvar yazısında, ''Öngörülemez ve ele geçirilemez olmak için yaban (dan) düşün!" der.
DEĞİŞİM Yazan Mustafa DÖNMEZ Bir duvar yazısında, ‘’Öngörülemez ve ele geçirilemez olmak için yaban (dan) düşün!" der. Demokratik bir ülkede vatandaşların en büyük güvencesi yasalardır. Onun için demokratik sistem vatandaşını yargılarken, oyların çoğunluğunu alan bir iktidara karşı olmak ile yasalara karşı olmayı birbirinden ayırır. Vatandaşın her türden özgürlükleri demokratik kurallar ile belirlenir. Geçen hafta Anayasa Mahkeme Başkanı Dolmabahçe sarayında konuştu. Konuştuğu yer aynı zamanda iktidar partisinin çalışma ofisi. Üstelik iktidar Anayasa Mahkemesinin kararlarına uymuyor. Mahkeme Başkanı ise konuşmasında tek bir söz söyleyemiyor. Devlet, ihtiyaçlarını kurum ve kuruluşlarında görevlendirdiği kişiler aracığı ile yürütür. Gelişmiş demokrasilerde ise vatandaşlık görevi en üst düzeydedir. Düzene karşı yapılan kabahatlerde, vatandaşın söz söyleme ve davacı olma hakkı vardır. Anayasada yer alan özgürlük karşıtı hareketlerde vatandaşın hak ve menfaatlerini korumakla sorumlu mahkeme başkanı dereden tepeden konuşuyor asıl mevzuda sessiz. Şimdi gözaltına alınan kişilerin Cumhuriyete ve yasalardan yana olan tutumları çok açık, bunu her ortamda Anayasadan kaynaklanan haklarıyla gerçekleştirdikleri eylemler ile de ortaya koyuyorlar. Anayasa Mahkeme Başkanı kendisinin maaşını ödeyen halkına karşı sorumluluğunu anımsayamıyor. Sürekli sıklıkta ‘Cumhurbaşkanım’ diye hitap ediyor. Sn. Cumhurbaşkanı diyemiyor. Oysa Cumhurbaşkanlarının yargılanacağı yer Anayasa Mahkemesidir. Yüce Divan olarak Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Cumhurbaşkanı yardımcıları, Bakanlar, Anayasa Mahkemesi Başkanı ve üyeleri, Yargıtay Başkan ve üyeleri, Danıştay Başkan ve üyeleri, Başsavcıların yargılanma yeridir. MİLLİ SAVUNMA BAKANI ESKİ GENELKURMAY BAŞKANIDIR. Milli Savunma Bakanları iktidar partilerinin en kritik bakanlıklarından birisidir. AKP iktidarı Genelkurmay Başkanlığı yapan iki kişiyi Milli Savunma Bakanı yaptı. Hulusi Akar ve Yaşar Güler. Adnan Menderes, Milli Savunma Bakanlarından dertliydi. 09 Aralık 1955'ten 28 Temmuz 1957'ye kadar Başbakanlıkla birlikte Millî Savunma Bakanlığını uhdesinde sürdürmüştü. Hulusi Akar ve Yaşar Güler Harbiyeli olarak başladıkları askerlik yaşamlarını partili olarak bitirdiler. İktidar ile bu kadar uyumlu olmaları iktidar başının bu görevleri vekaleten yürütmesine benzedi. Tıpkı Adnan Menderes döneminde olduğu gibi. Görev sürelerinde neler yapılıyor izliyoruz. Hiçbir dönemde TSK’lerindeki değişim bu denli partileşmemişti. Değişim ve dönüşüm o kadar baş döndürücü ki anlamamak mümkün değil. Bu topraklarda TSK’leri oynamak, Cumhuriyete Atatürk devrimlerine bağlı olan halkı görmezden gelmek, halkın yaşam gailelerini yok saymak birlikte yaşamın önünde sıkıntı üretme merkezi olmaktadır. Bu iki eski komutanın zamanında ABD’ye ve onun politikalarına bağımlılık arttı. ABD ve İsrail dediğini yaptı ve PKK’nın türevi SDG’yi Milli Savunma Bakanının ağzından Türkiye’ye tanıttılar. Bizim dış politikamız ilginçtir ve yakın tarihte örnekleri çoktur. Hiçbir ülkeyi veya kuruluşu Türkiye karşıtı politikalarından ötürü suçlamak yersizdir Herkes kendi menfaati neyi gerektiriyorsa onu yapmaktadır. Ya biz? Osmanlı Almanların yanında Ruslara karşı savaşmak için Galiçya'ya asker göndermiş, hemen sonra Osmanlı'nın Kafkas İslam Ordusu Ruslarla savaşırken Almanlar Rusların yanında yer almıştı. Öngörüsüzlük yüz binlerce Türk askerinin canını aldı bir o kadar da sakat kalmasına sebebiyet verdi. Siz de devlet olun, yönetim olun, yaptırmayın. Kendi menfaatinize zarar verilmesine müsaade etmeyin, menfaatlerinizi gerçekleştirmek için çalışın. Siyasi tarih adeta bir laboratuvardır. Milli menfaatlerin korunmasında sebatkar ve ısrarcı olmak, hiçbir ülkeye "Türkler iki gün bağırır susar" dedirtmemektir. Devletin saygınlığı da bunu gerektirmektedir. TSK’lerin bütünlüğü, komuta kontrol birliği, askeri hastaneleri, okulları ve öğrencileri bu değişimden etkilendiler. Atatürk’e bağlılıklarını bildiren Teğmenlerin başına gelenler başka bir ülkede olabilir miydi? Bu kadar kin ve nefretin üzeri, disiplin denilerek geçiştirilebilir mi? TSK içinde, camilerde, okullarda dini yapılanma ve ayrışmaya müsaade edenler bugün doğru bir iş yapabilirler mi? Sorgulaması unutturuldu. Hulusi Akar hakkında 15 Temmuz öncesi FETÖ ve havuz medyasında olumsuz hiçbir haber yapılmadı. O gün FETÖ’nün en büyük destekçisi ve onların güvenci iken şimdi onlarla mücadele eden bir kahraman pozlarında. Hulusi Akar benim TSK içinde görev yaptığım dönemde FETÖ üyeleriyle o kadar yakındı ki bugün kandırıldım demesi bile inandırıcı gelmez. Teğmen M. Ali Çelebi’nin durumu ise şaşırtıcıdır. Hulusi Akar’ın Kara Harp Okulu Komutanlığı yaparken Atatürk hassasiyeti olan öğrencilere ettiği galiz küfürleri kendi ağzından defalarca duymamış olsam bugün onunla Savunma Komisyonunda birlikte çalışıyor olmasını anlayabilirdim. 33 ay aynı ranzada altlı üstlü yattığım bu kişideki dönüşüm ve değişim nasıl izah edilebilir? Şu an düşüncelerimi yazdığım için yabancıların dediği gibi, "Üzerine yazdığınız kâğıdın değeri kadar bile bir değeri olmayabilir." Ancak temellidir. Teğmen Çelebi kendisi gibi mağdur edilen Teğmenler hakkında bulunduğu konumdan bir yardımı oldu mu? AKP iktidarı boyunca tutuklanan ve çeşitli iftiraya ve aşağılanmaya uğrayan yüksek komuta heyetinin çocukları, her asker çocuğu gibi onlardan habersiz büyür kendi yollarını kendileri çizerlerken, kendi meselelerini kendileri hallederlerken, babalarına söz gelmemesi için, özel hayatlarında dikkatli davranırlar, gençlikleri ve hayatları hep kısıtlamalar içinde geçmiş iken ve üstelik onların babalarıyla en az 3 yıl aynı hücrede kalmış ve onlar tarafından baş tacı edilmiş M.Ali Çelebi macerasını hangi pencereden nasıl analiz edebiliriz? Değişim ve dönüşüm her zaman, her tarihte olabilir. TSK’lerinde dikkat çekici üstün yetenekleri olmayan Yaşar Güler’in ve Hulusi Akar yükselirken örneğin fevkalade meziyetleri olan Ergin Saygun düştü. Ergün Saygun gibi onlarca örnek vardır ve bu kişileri bir kitapta topladım. Düşünülmesini istediğim konu burada farklıdır. Değişim ve dönüşüm Büyük Türk Milletine hizmet için mi yoksa başka bir şeye hizmet etmeye mi yarıyor/yaradı sorusuna cevap aramak içindir. Orgeneral Ergün Saygun Genelkurmay 2. Başkanlığımın ilk dönemlerinde Genelkurmay Karargahında ABD ile yapılan Yüksek Düzeyli Savunma Grubu toplantısından hemen sonra gelen bir imzasız mektuptaki, "ABD'lilerle yapılan toplantılarda neler söylediğini biliyoruz. Senin zaten Amerikancı ve İsrail yanlısı olduğun belliydi. Bunların hesabını soracağız, elimizde geçmişinle ilgili bilgiler var" şeklindeki sözler ile muhatap olmasıydı. Birileri yükselirken o malum basında hakkında yüzlerce olumsuz iftira yapılır hakkında Ergenekon türevi davalar açılıyordu. Emekli edildikten 6 ay dört gün sonra gözaltına alındı. O günleri, Büyük Türk Milletine yürekten bağlı, akçeli işlerle ilgisi olmayan Ergün Saygun şöyle anlatıyor; ‘’Habur'dan Gelenlere Tören, TSK Komutanlarına Terörist Muamelesi Sabahın dördünde kaldırılıp, göğsümüzde bir yaftayla sabıka fotoğrafımızın çekilmesinin hiçbir şekilde bir tesellisinin olamayacağı açıktır. Habur'dan gelenlerden acaba hangisine böyle bir şey uygulandı diye düşündüm. Sonradan onların kahraman gibi karşılandıklarını, her yerde itibar gördüklerini, hatta bazı toplantılarda şeref tribününe buyur edildiklerini hatırladım. Devletimizi ayakta tutan üç temel erkten biri olan Bağımsız Türk Yargısının teröristlerin ayağına gidip bir çadırda mahkeme kurduğunu ve teröristlerin söyledikleri nazarı itibara alınmadan serbest bırakıldıkları yolundaki haberleri de hatırladım. İçim ezildi. Türkü, Kürdü, Çerkez’i ayırmadan "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir", "hep bir ırkın evlatları, aynı cevherin damarlarıyız" diyerek herkesi kucaklayan, bağrına basan Ata'yı, o büyük insanı hatırladım. Mahcubiyetimden sıkıntı bastı, ter boşaldı. Kimseye bir şey diyemedim. Odaya dönüp kanepeye oturdum. Kahredip güneşin doğmasını bekledim. Evdekileri, Nermin'i ve çocukları çok merak ettim. Özellikle Nermin'in astımının tetiklenmesi halinde başına gelecekleri düşünüp telaşlandım. Sonradan avukatım vasıtasıyla evde hısım akrabanın toplandığını duyunca rahatladım biraz. Ama çok yıpranmış. Güneydoğu gazilerinden de bir grup ziyarete gelmişler. Ağlıyorlardı.’’ İnsan; doğaya ve diğer insanlara gücünü dayatma, kendini onlara ve kendisine ispat etme sürecine girerek gerek doğadaki gerek insanlar arasında oluşabilecek düzeni/düzenleri hep daha kötüye götürerek, içinde yaşadığı toplumun ve kendisinin yok oluşunu hazırlamıştır. Platon şöyle diyor, ‘kaotik güçlerin bir araya gelmesi sonucu her düzenin kendi içinde, kendi kendinin tersine dönebilme tehlikesi taşıdığını da bize anlatır.’ UZLAŞ, RAHAT ET! Büyük Türk Milletinin bekası olan Türk Silahlı Kuvvetlerini zayıflatmak için türlü kumpaslar kurulurken; Ergenekon kumpas davaları ile Özel Yetkili Mahkemeler tartışmaya açılmış ve Temmuz 2012 itibariyle kaldırılmışlardır. Kumpas başarılı olduktan sonra üst düzey siyasi yetkililerimizin söylemlerine göre, bu mahkemeler "yetkilerini aşmışlardır". "Uygulamada ölçüyü kaçırmışlar", "kural dışına çıkmışlardır". "Yetki alanlarını kendileri genişletmişlerdir". Hatta, "Kendilerini Allah gibi görüyorlar" diyenler bile vardır. Bu ifadeler devletin tepesindeki kişilere aittir. Duvar yazısındaki söz gereği soralım; Bu mahkemeler yetkilerini nasıl aşmışlardır? Yetki dışı neler yapmışlardır? Yetki alanlarını kendileri nasıl genişletmişlerdir? Bu ne demektir? Yetki aşımının bu yargılamaya olan etkileri nelerdir? Böyle bir durumda adil yargılanmadan bahsetmek nasıl mümkün olacaktır? Burada bahsedilen: Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen bir kanun değişikliğine göre yargılama yapılması mıdır? - Sanık lehine olan delillerin iddianameye yazılmaması mıdır? - Sanıkların lehine yeni bir delil çıktığında kovuşturmaya yer yoktur kararının verilmesi kuralının uygulanmaması mıdır? - Yemin etmemiş bilirkişiye rapor hazırlatılması, bilirkişinin aylar sonra yemin ettirilmesi için karar alınması mıdır? - Delillerin huzurda tartışılması kuralının göz ardı edilmesi midir? - İddianame yazılabilmesi için delillerin toplanması gerektiği şartının uygulanmaması mıdır? - Devletin temel kurumlarının değil de kim olduğu belli olmayan kişilerin yazdığı imzasız ihbar mektuplarının dikkate alınması mıdır? - Sorgulama bitmeden Esas Hakkındaki Mütalaanın hazır edilmesi midir? - Sivil ve askere farklı hukuk uygulanması mıdır? - Delillerin hukuka uygun yollardan elde edilmiş olması kuralının dikkate alınmamış olması mıdır? - Sanıkların tanık ve bilirkişi dinlenmesi taleplerinin reddedilmesi midir? Ama daha da önemlisi, "bu mahkemelerin ellerindeki davaları bitirmek zorunda olmalarıdır. Yukarıda söylediğim gibi, bu mahkemeler yürürlükten kaldırılmış olduğundan, Ergenekon ve türevi davalarda, hukuka aykırılıkları nedeniyle lağvedilmiş mahkemelerce yargılama yapılmaya devam edilecektir ve bazı isimler ceza alacaklardır. Bu nasıl bir hukuk anlayışıdır? Nasıl bir hukuk faciasıdır? Akla yargılama görevi bittikten sonra lağvedilen özel yetkili Yassıada ve Nümberg Mahkemeleri gelmektedir. Ama onlar hakkında şimdikiler gibi, kuranların bile "yetkilerini aştıkları", "ölçüyü kaçırdıkları", "kural (yani yasa) dışına çıktıkları", "Kendilerini Allah gibi gördükleri" türden şikayetleri olmamıştı. Kafka, günlüklerinde, "Yazarın görevi depremleri kayıt etmektir," der. İktidara yakın yağlayıcıların tersine toplumsal ve kamusal yararı savunan yazarlara günümüzde yaşatılan dram, yazımın başında yazılan duvar yazısındaki ‘yabanı’ "tehlike" olarak sunmanın, iktidarın; düşünene hükmetmeye çalışmasının nedeni olduğu bir çarpıtmayı bize hissettirir. Dün olanlar bugün başka adlarla devam ediyorsa, mağduriyetler çığ gibi büyüyorsa sorunu değişim ve dönüşüme bağlamak tarihsel döngüyü anlamamak demektir. Olsa olsa, ‘Herkes birbirinin örneği olmayı hiçbir çağda bu kadar istemedi’ denilebilir. GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ? İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Stalin'in Türkiye'den toprak talepleri olduğu sıkça ortaya atılan kanıtlanmamış bir iddiadır. Tevfik Rüştü Aras (1925-1938 Atatürk’ün ölümüne kadar Dışişleri bakanı idi) bu türden iddiaların ortaya atılmasına zamanın Sovyet Dışişleri Bakanı Molotofun "budalalığının" neden olduğunu belirtiyor ve devam ediyor: "Stalin'in toprak taleplerini ciddiyetle desteklediğini sanmıyorum. O tarihlerde, o, yüksek politika ile meşguldü. Toprak taleplerini Stalin ciddiyetle tutsaydı, Londra ve Washington'da 'yaşasın Stalin' diye bağırıldığı bir sırada durum nazik olurdu. Daha önce de söylediğim gibi, Stalin, Türk dostluğuna önem verirdi. Stalin'in Atatürk'ten askeri tavsiye bile aldığı olmuştur. Örneğin Japonların Asya kıtasında üs kurması üzerine bu üssün Çin'e mi, yoksa Sovyetler Birliği'ne mi karşı olduğunu Atatürk'ten sormuşlardı. Haritaları yayan Atatürk, 'Japonların niyetlerini bilmem, ama bu üs her iki tarafa karşı da kullanılabilir. Sibirya'yı kuvvetlendirmekten başka çareniz yoktur' cevabını vermişti. Bu cevap Stalin'e iletilmiş ve Sibirya kuvvetlendirilmişti.’ Milliyetçi, fakat komplekssiz ve şahsiyetli bir dış politikanın yürütücüsü olan Tevfik Rüştü Aras böyle konuşuyordu. Yurtta sulh cihanda sulh politikası, her tarafta düşmanlar yaratarak, hasım blokların politikalarına alet olarak değil, tam bir bağımsızlık içinde her tarafla dostluklar kurarak başarıya götürülmüştü. Ya bugün? Yıllardır gözümüzün içine baka baka PKK’ya destek veren Amerika ile dostluk ve müttefiklik hatta ‘stratejik ortağız’ cümleleri? Küresel soygun makinası Amerika başkanı ile sıkı fıkı ilişkiler? Azarlamalara, tehdit ve şantajlara muhatap kalınması? Cevabı ve çözümü yine Tevfik Rüştü Aras anılarında vermiş; ‘Büyük liderimiz her işi çok önceden düşünür ve tasarlardı. Dışişleri Bakanı kaldığım müddetçe, yani büyük liderimizi kaybettiğimiz güne kadar dışişleri konusunda yaptığımız iş birliğinde Atatürk yalnız İngiltere değil, hiçbir büyük devletle ittifakın taraflısı olmamıştır. Böyle ittifakların sakıncaları faydalarından daha çok olduğu kanaati vardı. Bölge nizamını tercih ettik. Büyük bir zaruret bizi zorlamadıkça büyük Batı devletlerinden biriyle iş birliğini, dostça ilişkileri arzu etmekle, korumakla beraber başa baş ittifak etmeyi asla düşünmedik.’’ M.Ö 427-347 yıllarında yaşayan Platon (Eflatun), ‘halkın ve ezilenlerin karşı gelmeleri sonucu oligarşik düzeninin sarsılacağını söylemiştir’ Çünkü oligarşi gitgide kendi içinde artan çelişkileri, yani yönetenler ve yönetilenler arasındaki uçurumun çelişkilerini çözemeyecek ve halk iktidara gelecektir. Bu durumun adı demokrasidir. Yani Platon'a göre demokrasi birdenbire gökten düşen bir şey değildir, belirli bir tarihsel süreç içerisinde bazı oligarşik güçlerin halka çok fazla baskı yapması sonucu halkın karşı çıkmasıyla gerçekleşmiştir. O günden bugüne genellikle demokrasi kendiliğinden oluşuyormuş gibi konuşulursa da demokrasi oligarşiye karşı konuldukça ortaya çıktığını görüyoruz. 1700 yıl önce İznik’te ilk defa Haçlı ruhuna bugün Kuvay-i Milliye ruhuyla açıktan karşı durularak toplanılarak telin edilmesi, tarihsel döngü gereği, ‘Demokrasiye kavuşma vakti pek yakındır.’ Denilebilir.